Anitr Fansub - Anime ve Manga

AniTR Japon Kültürü/Live Action, J-Drama & J-Sinema => Japon Kültürü => Konuyu başlatan: sasukEms - 22 Temmuz 2012, 17:15:52

Başlık: Japonya'da Din ve Felsefe
Gönderen: sasukEms - 22 Temmuz 2012, 17:15:52
BUDiZM
Budizm 'in kurucusu Buda (Guatama, Gotama) ( MÖ.563 - 483 ) Kuzey Hindistan 'da Lumbini koruluğunda doğmuş bir filozoftur. Buda “aydınlanmış” anlamına gelir. Budizm ' in en güçlü yayılma dönemi Hint Hükümdarlarından Aşoka (MÖ. 273 - 236) zamanına rastlar. Aşoka zamanında Budizm ' Hindistan, Seylan,Suriye,Mısır,Makedonya ve Yunanistan 'a kadar yayılmıştır. Aşoka 'dan sonrada yeni Krallar Budizm 'e girmiş yayılmasını sağlamış hatta Çin,Moğolistan ve Japonya 'nın ileri gelen devlet adamlarının Budizm 'e hizmet etmesini sağlamışlardır.
Budizm ' MS 1.yy Türkistan , 4. yy da Kore , 6.yy da Japonya ve 7.yy da ise Tibet'te yayılmaya başlamıştır. Günümüzde Güney,Doğu;Güneybatı ve Orta Asya 'da çok sayıda taraftarı olan Budizm ' Avrupa ve Amerika 'da da yayılmaya ve taraftar bulmaya başlamıştır.

Budizm 'de inanç ve ibadet
Budizm 'de inancın temeli “ Buda 'ya sığınırım, Dhamma 'ya (dine,doktrine) sığınırım, Sangha 'ya sığınırım (Rahipler Cemaati,dünyanın en eski bekar rahipler topluluğu)” cümlesi oluşturur.Bunlardan birini inkar eden kişi budist sayılmaz ve Budizm 'e girmek için yukarıdaki cümleyi söylemek gerekir. Sangha 'ya giren rahip ve rahibeler evlenemezler.
Budizm ' de mabetlere “Vihara” denir. Budistler Karma- Ruhgöçü 'ne inanırlar. Vihara da ayda 2 kez bir araya gelen rahipler yaptıkları hataları itiraf ederek benliklerini öldürürler. Bazı dinlerde olduğu gibi Budizm 'de de bir kurtarıcı bekleme inancı vardır. Kurtarıcının isma Metteya veya Maitreye ' dir. inançlarına göre Metteya tüm dünyayı düzeltmek olarak gelecek ve Buda ' nın tamamlayamadığı dini tamamlayacaktır.
İbadet Stupa denilen mabetlerde yapılır. Stupalar helezoni yapıda inşa edilmiştir. ibadet için Stupaya giren Budist önce Buda 'nın heykeline saygı gösterisi yapar; O 'na çiçek ve tütsü sunar, Budistler kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda heykeline tazimde bulunarak,ibadet ederler. İbadetlerinde klişeleşmiş dua ve söz yoktur.
Budizm 'in kutsal ziyaret yerleri ;
Budanın doğum yeri (Lumbin)
Aydınlanma yeri (Bodhi Gaya)
Buda ' nın ilk vaaz verdiği geyik parkı (Sarnarth 'da)
Buda 'nın öldüğü Uttar_Prades şehri,
Ganj nehri

Kutsal Kitapları
Budistler Buda 'nın vaazlarının Pali - Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü olarak nesilden nesile aktarıldığına inanırlar. Budizm 'in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen “Tripitaka veya Tipitaka 'dır”.Tripitaka da;
Vinaya Pitaka
Sutta Pitaka
Abhidhamma adlı bölümler bulunur.
Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme,giyinme, Buda 'nın hayatı,konuşmaları,vaazların yorumu,Budizm ' felsefesi vb ayrıntılı bir şekilde anlatılır.

Budizm 'de Mezhepler
Budizm ' başlıca iki büyük mezhebe ayrılır: 1- Hianayana , 2- Mahayana
1 - Hinayana (Küçük Araba)
Kişinin kendisini kurtarmasını esas aldığı için böyle isimlendirilmiştir. Bu mezhep Seylan ve Güney Asya 'da yayılmıştır. Mensupları saf Budizm 'e yani Budanın asıl telkinlerine kendilerinin muhatap olduklarını iddia ederek Mahayana koluna bağlı olanları sapkınlıkla suçlarlar.
2 - Mahayana ( Büyük Araba)
Toplumu bir bütün halinde ele alarak herkesin kurtuluşa ermesini amaç edinmişlerdir. Onlara göre Budizm ', herkese cevap vermeli, herkesin ihtiyaçlarını gidermeli, doktrinleri basitleştirerek halkın anlayacağı bir seviyeye getirilmelidir. Budizm 'in bu kolu başka din ve doktrinlerden yararlanmakta sakınca görmez. Bu mezhebe göre Nirvanayı gerçekleştiren herkes Buda unvanını alır. Ve ihtiraslarının esiri olarak dünya zevklerinin arkasından koşmaz. Mahayana mensupları,”hata yapabilirim” diye faaliyetleri askıya almanın karşısındadır. “Bu yüzden pişmanlık duymaya lüzum yoktur” derler Mahayana 'ya bağlı kişi kendini kurtuluşa hazırlayabilmek için şü hususlara dikkat etmek zorundadır:
Cömertlik
Olgun manada bilgelik
Budizm 'in ahlak kurallarına bağlılık
Meditasyon
Karşılaştığı olumsuzluklara sabır göstermek
Hiç usanmadan sürekli bir gayret içinde olmak
Bu sayılan özellikleriyle Mayayana Budizm 'i dünyanın bir çok bölgesinde yayılma imkanı bulmuş,adeta misyonerli bir hüviyet kazanmıştır.

BUDA VE ÖĞRETiSi
Buda 'nın öğretisinin baslıca özelliği; Buda 'nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yasantısal deneyimle doğrulamalarını öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda 'nın yasadığı dönemde Budizm ' bir din, Buda da bir peygamber değildi.
Şimdiye dek her geliş gidişsimde, içinde hapis olduğum, Duyularla duvaklan mis bu evin, Yapıcısını aradım durdum. Ey yapıcı! Simdi seni buldum. Bir daha bana ev yapmayacaksın, Bütün kirişlerin kirildi, payandaların çöktü. içimde Nirvana 'nın suskunluğundan başka bir şey kalmadı Tutkuların, isteklerin biçimlediği yanılgıdan kurtardım kendimi.
Öğretide 4 temel gerçek vardır: Yaşamda ıstırap vardır; ıstırabın bir nedeni vardır; bu neden yok edilirse ıstırapta yok edilmiş olur; bu nedeni yok etmeyi sağlayan bir yol, bir yöntem vardır.

1.Istırap (DUKKHA) ve Yaşamın 3 özelliği
Dört okyanusun suyu mu daha çoktur, yoksa sizlerin inleye sızlaya sürdürdüğünüz bu yolculukta sevdiğiniz istediğiniz şeyleri elde edememek, sevmediğiniz istemediğiniz şeylerden kaçınamamak, istediğiniz şeylerin istediğiniz gibi olmaması, istemediğiniz şeylerin istemediğiniz biçimde olması yüzünden akıttığınız göz yaşları mi daha çoktur? *******, babanızı yitirmek, kardeşlerinizi, kızınızı yitirmek, malinizi, mülkünüzü yitirmek... Bu uzun yolculukta tüm bunlara katlandınız ve dört okyanusun suyundan daha çok göz yaşı akıttınız.
Buda ıstırap için dukkha sözcüğünü kullanıyordu. Anlamı; ıstırap, üzüntü, tasa, keder, maddesel veya ruhsal sağlıksızlık, uyumsuzluk, tedirginlik, doyumsuzluk, yetersizlik, sürtüşme, çelişki yani olumsuz ruh durumları... Buda 'nın gözlerimizi açmaya çalıştığı gerçek daha çok ıstıraptan korunmak, kurtulmak için izlediğimiz tutumdaki yanlışlarımız, yanılgılarımız. Herkes yaşamda Istırabın olduğunu biliyor, ama yaşamda Tatlı anlar, hoş ve zevkli olan şeyler olduğunu, haz ve zevkin ıstırabı dengeleyebileceğini düşünüp bu anların beklentisi içinde ıstıraba katlanabiliyor. Buda 'ya göre yanılgı işte burada. Buda kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevkin ıstırabın asil nedeni olduğunu göstermeye çalışıyordu. Yanılgının dünyanın bu geçiciliğine gözlerimizi kapamak, geçici olan, kalıcı olmayan şeylere tutunmaya çalışmaktan geldiğini, dünyayı gerçek böylesiliği, yapısıyla görememekten kaynaklandığını söylüyordu. “Sevdiğimiz hiç bir şey yok ki, bir gün gelip ya onlar bizden, ya biz onlardan ayrılmayalım.”
Buda yaşamı gerçek boyutları içinde kavrayabilmemiz için yaşamın birbiriyle ilgili 3 özelliğinin üzerinde ısrarla duruyordu: Dukkha - Istırap Bir arada bütünleşmiş, bileşmiş, oluşmuş hiç bir şey değişimden, çözülüp dağılmaktan kurtulamaz. Yanılgı değişim içinde olan, geçici olan şeylere sanki hiç değişmeyeceklermiş, sanki kalıcı şeylermiş gibi tutunmaya, sarılmaya çabalamaktan geçiyor. Oysa elde etmek istediğimiz şeyi elde edene kadar o şey değişiyor, koşullar değişiyor, bu arada biz kendimiz de değişiyoruz.
Buda 'nın amacı dünyayı ne olduğundan daha kötü ne de daha iyi göstermekti. Onu olduğu gibi iyi ve kötü yanlarıyla, kendimizi hiç bir yanılgıya, yanılsamaya kaptırmadan bütünlüğü içinde gerçek böylesiliğiyle görmemizi sağlamaya çalışıyordu. Istırabın dünyayı olduğu gibi içimize sindirememekten, dünyadan verebileceklerini değil de daha çoğunu beklememizden, istememizden kaynaklandığını anlatma çabası içindeydi. Kötü olan yaşam değil, ona arsızca yapışmaya çabalamaktan, ondan verebileceğinden çoğunu istemekten gelen ıstıraptır. akıp giden yasamla birlikte karşı koymadan, direnmeden akıp gitmesini öğrenmek, dönüsü olmayan bir akis içinde olduğumuzun, yaşamın tek bir aninin bile ikinci kez yaşanmasının olanaksızlığını içten içe kavramak, her saniyenin tadını bilecek biçimde yaşamın sevinçle, kıvançla, coşkuyla kucaklanmasına yol açabilir.
Mutluluğun ertelenmesinin de, para biriktirir gibi haz ve zevk biriktirmenin de olanaksızlığı iyice anlaşılabilir. Acaba yaşamda kendimize sığınak yapabileceğimiz Istırabın güçsüz kaldığı, etkisinin azaldığı bir yer, bir zaman var mi? Budizm ' olduğunu savunuyor. Bu an ve burası... Hiç bir şeyin öteki şeylerden ayrı bir kendiliği, ayrı kalıcı bir benliği olamaz. Istırabın asil nedenini aradığımız, kökenine indiğimiz zaman hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde karşımıza çıkan sorumlunun, bir yandan istek ve tutkularımızı besleyip kışkırtan den Başka birisi olmadığını görüyoruz. “Benim güvenim” ”Benim görevim” ”Benim sorumluluğum” ”Benim başarım” ”Benim param” ”Benim isteklerim” ”Benim heveslerim” ”Benim öldükten sonra ne olacağım” ”Benim öldükten sonra da var olma doyumsuzluğumdan gelen sorunlarım” Nedir bu ben?
Buda insan varlığında geçici olmayan değişmeden kalan, dayanıklı bir öz, tözel bir nitelik olmadığını göstermeye çalışıyordu. Bir gövde doğar, büyür, yaşlanır, ölür, çözülür, sürekli değişim içindedir. Bir kimse kolunu, bacağını yitirse de ne azalır, ne de küçülür. Öyleyse insanin gövdesinde olamaz. duygularımızda da olamaz. Çünkü onlar değişse de gene olduğu gibi kalır. duyu organlarımızdan gelen algılarımız da olamaz. önceki düşüncelerimiz, kararlarımız, eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz de olamaz. ayırt edici bilincimizde de olamaz. Bu beş kümede toplanan bedensel ve ruhsal varlığımız gövdemiz, duygularımız, duyu organlarımızdan gelen algılarımız, önceki düşüncelerimiz, kararlarımız ve eylemlerimizle biçim almış eğilimlerimiz, karakter özelliklerimiz, ayırt edici bilincimizin bir araya gelmiş olmasından da oluşmuş olamaz. Çünkü bunlardan hiçbirisi i içermiyorsa o zaman besinin bir araya gelmesi de beni oluşturmaz. O zaman geriye değişmeden kalan tek bir şey kalıyor. Ad... Ben 'e verilen özel ad.
Milanda Panha adli kitaptan: Kral Bilge Nagasena 'ya seslenmiş: “Ustam kimsin, adini söyler misin?” “Bana Nagasena diyorlar. Ama bu yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka şeye yaramayan, bir deyim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik yok. Bir ad, bir lakap, bir işaret, yalın bir sözden Başka bir şey değil. Kral inanmaz ve sorular sorar. “Nagasena bu saçlar midir?” “Hayır büyük kral” ... “Duygu ve coşkular midir Nagasena?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, dingil, ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnızca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten Başka bir ise yaramayan bir deyimden Başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim, ... ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim bir araya gelince Nagasena adi veriliyor. Ama kimlik, benlik söz konusu olunca burada öyle bir şey yok. Nasıl arabanın beş bölümü bir araya gelince araba diyorlarsa, beş katışmaç bir araya gelince de bir kimden bir den bir özneden söz ediliyor. Buda diyor ki: Ne ben 'in, ne de ben 'e ilişkin kalıcı bir şeyin varlığından söz edilebilir. Ben, ben olarak gelecekte de var olacağım, benim sürekli değişmez bir benliğim var, savında bulunmak hatalıdır. Ben düşüncesini yok etmeli, benlikle kurumlanmak yanılgısını yenmelidir. Buda 'nın görüsüne göre “ben”, insanin hem bedensel hem de ruhsal varlığını oluşturan bu beş kümenin bir arada ve birlikte, sürekli bir akis, sürekli bir değişim içinde olusunun ortaya çıkardığı bir görüngü, bir olgu, insani çevresinden ayrı bir varlık olarak ayırt etme, özerk bir biçimde hareket etme durumundan köklenen bir yanılgı, bir yanılsamadan Başka bir şey değil. ayırt edici bilinç ise karışıp dünyayı ben ve ben olmayan diye ikiye bölünce bu ben yanılgısı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Aslında bilincin ayırt etmeden, seçmeden, bölmeden bütünü kavrama olanağı da var.
Ben 'in var olma doyumsuzluğundan kaynaklanan ve ölümün sinirini aştığına inanılan uzantısına verilen ad 'sa ruhtur. Budizm 'de Öz varlık yoktur. Buda ben-ruh yanılgısını sergilemek istiyor. Bir kez ben-ruh yanılgısı oluştu mu bütün varlığımızı sarıyor, bilincimizin özgürce çalışma etkinliği engelleniyor, onun bitmez tükenmez istekleri nasıl yaşamı çekilmez bir hale koyuyor, sorunlarımız yaşamla bile sınırlı kalmıyor, ölümden sonrası ile ilgili sorunlar da gündeme girdiğinden onlar da kaygı ve üzüntü konusu olmaya başlıyor. Buda ben 'i kurtarmaya değil, bizi ben 'den kurtarmaya çalışıyordu. Ölümsüzlüğe erişmek için tek bir yol olduğunu savunuyordu. Öncesizden sonsuza uzanıp giden varoluş zincirinin içindeki yerimizi bulmak, evrensel yaşam ırmağının içimizden aktığının, yaşam gücünün bizim burun deliklerimizde, bizim ciğerlerimizde nefes alıp verdiğinin bilincine erişmek.

2. Nedensellik Çemberi- bağımlılık ve Özgürlük- Ka
Buda 'ya göre varolan her şey nedenselliğin bir sonucu olarak vardır, boşluktan yokluktan oluşan bir evrende nedenselliğin döngüsüne takılan yokluk varlığa dönülür, her neden bir sonucu, her etki bir tepkiyi zorlar. Evrenin değişmez yasası nedensellik (Karma) yasasıdır. Ne başlangıcı ne de sonu olan evrende egemen olan yalnız doğa yasalarıdır. Buda böylelikle tanrıların görevini yasalara yüklemiş, tanrıları gereksizleştirmişti. Değil mi ki insanin geleceğini belirleyen nedenlerin zorladığını sonuçlardır, öyleyse insanin kendi eylemlerinin sonuçlarından kaçıp kurtulması olanaksızdır. Bir çocuğun anasından beklediği gibi tanrıların bize sevecenlik göstermelerini, bizi bağışlamalarını bekleyemeyiz. Eylemlerimizin sonuçlarından kurtulmanın bir yolu varsa, onu ancak kendi çabamızla kendimiz bulmalıyız.
On iki halkalı kapalı bir zincir olarak temsil edilen nedensellik yasası:
1. Yanılgı yanlış düşüncelere yol açıyor.
2. Bu düşünceler eğilimlere, karakter özelliklerinin biçimlenmesine ortam hazırlıyor.
3. Buradan da bilinç oluşuyor.
4. Bilincin bentle ben olmayanı ayırt etmesinden özne nesne ikiliği, ad ve beden ortaya çıkıyor.
5. Bundan altı duyu alanı gelişiyor.
6. Bu altı duyudan dolayı duyularla nesneler karşılaşıyor.
7. Bu karşılaşmadan hoşlanma, hoşlanmama gibi duygular oluşuyor.
8. Bu duygular isteklere, tutkulara dönüşüyor.
9. istekler, tutkular bağımlılığa, insanin isteklerinin, tutkularının tutsağı olmasına, bireysel yaşam isteğine yol açıyor.
10. Bundan da oluşuma bağımlılık ortaya çıkıyor.
11. Oluşum doğuşa
12. Doğuşsa ihtiyarlık ve ölüme, ıstıraba, tedirginlik ve umutsuzluğa yol açıyor. Buradan da gene yanılgı çıkıyor ortaya. Buda 'nın yanılgıyı dizinin en başına koymasının nedeni olasılıkla bu döngüden tek çıkış yolunun bu halka olmasıyla açıklanabilir.
İstekleri, tutkuları kışkırtan yanılgıdır ana yanılgıyı besleyen de gene istekler ve tutkulardır. Kökünü yanılgıdan alan düşünceler, karar ve eylemlere dönüşüyor. Düşüncelerimiz kararlarımızı, kararlarımız Eylemlerimizi belirlerken, eylemlerimiz de kararlarımızı etkileyip zorluyor. Her düşünce sonrakileri sınırlıyor. Biz kez tam bir özgürlük içinde bir şey düşünmüş olabileceğimizi varsaysak bile, ondan sonraki düşüncelerimizde ayni oranda özgür olamayacağımız açık. Giderek özgürlük alanı kısıtlanıp daralıyor... Şu anda ne olduğumuzu belirleyen dünkü düşüncelerimizdir.
Bu gün kafamızdan geçen düşüncelerse yarinki yaşamımızı biçimliyor. Yaşamımız kesinlikle zihnimizin yaratısıdır. Budist metinler dört tür bağımlılıktan söz ediyorlar.
1. İsteklerden, tutkulardan gelen bağımlılık
2. Yanlış görüşler, kanılardan kaynaklanan bağımlılık
3. Erdemli bir yaşamla ve kurallara tıpatıp uygun davranmakla kurtuluşa erişilebileceğini sanmaktan gelen bağımlılık
4. Sürekli ve değişmez bir ben 'in varlığına inanmaktan gelen bağımlılık isteklerimizin tümüne yakın bir bölümü toplumun yapay olarak yarattığı gereksiz şeyler.
Örneğin toplum bizi zeki bir adam gibi görünmeye isteklendiriyor. Çevremizde beğenilen bir kimse olmak bize nelere mal oluyor ? Bunun karşılaştırmalı bir hesabini yapabilmiş olsak, harcadığımız bunca çaba, üzüntü, sıkıntıya değmeyeceğini anlayacaktık. Başka insanların önüne geçememek, Başka insanlara üstün olamamaktan gelen ezikliklerin ardında hep ben yanılgısı yatıyor ama bu ben yanılgısını besleyen de toplumun özendirici etkisi. Bir kere gözümüzü açıp ta bu koşturmacanın amaçsızlığını, anlamsızlığını görebilsek, bu koşullanmalar, biçimlenmeler etkisini yitirecek, ve bağımlılık da ortadan kalkacak. O zaman ıstırap yerini özgürlüğümüzü yeni bastan kazanmış olmaktan gelen aşkın bir mutluluk duygusuna bırakacak, nedensellik döngüsünden kendimizi kurtarmış, daha doğrusu döngüyü ters yöne çevirmeyi başarmış olacağız insan kendini yanılgıdan nasıl kurtarır? Bu sekiz basamaklı yolla mümkündür. Yanılgıdan kurtaran bilgiye çıkarımcı düşünceyle varılamaz. Çünkü bu tür düşüncede özgürlük yoktur. Budizm ' görüsüne göre, bizi yanılgıdan kurtaracak bilgiye ancak sezgiyle erişilebilir. insan yanıldığını, yanilmadigini; aldatılmadığını, aldatılmadığını; sevildiğini, sevilmediğini ancak sezgiyle anlayabilir. Uyanan kimse karmanın elinde eli kolu bağlı bir oyuncak olmaktan kendini kurtarmış olur. Koşullanmaya, biçimlenmeye bütünüyle karşı koyabilecek bir insan yok bu dünyada. Yanında yada karşısında tutum almakla her zihnini sınırlamış oluyor. Bizi düşündüğümüz gibi düşünmeye, davrandığımız gibi davranmaya iten ön koşullar, düşünsel yada duygusal zorunluluklar var. Uyanınca bu zorunluluğu fark etmiş oluyoruz ve zorunluluk olmaktan çıkıyor. Bu yüzden de karma değiştirilemez bir alın yazısı sayılmaz, uyanan kimse karmanın bağlarını da koparmış olur. Eylemlerimiz er geç bize geri döner.
Her eylemin iyi yada kötü sonuçları eninde sonunda eylemi yapana ulaşır. Buda, kalıcı olan bir yaşamdan öbürüne aktarabileceğimiz, şu gövdemiz içinde saklanan bir şey olamayacağını anlatmaya çalışmıştı Öyleyse gene doğumla söz edilmek istenen neydi? Buda 'ya göre bir yaşamdan ötekine aktarılan ben yada ruh değil, yalnızca eylemlerimizin zorladığını nedensel sonuçlardır. Bu senin gövden de değil, Başka birisinin gövdesi de değil. Ona geçmiş eylemlerin (karma) ürünü gözüyle bakmak daha doğru olur. Önceki bir yaşamda yaptıklarımın ödülü ya da cezası da değil. Ben nedensellik zincirinin bir zorunluluğu olarak varım. Eylemlerin bir sürekliliği var ama ben 'in de bilincin de sürekliliği yok. Buda 'nın dilinde doğum ölüm döngüsü, yaşamların önceki yaşamların etkisiyle biçimlendiğini anlatmaktan öte bir anlam taşımıyordu.

3. Nirvana
Nirvana, Batı 'da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. istek ve tutkuların yok olması, Istırabın etkili olmayacağı bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir Mutluluğa erişmektir. Nirvana 'ya erişme isteği de dahil olmak üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana 'yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük yaşamını normal haliyle sürdürüyor. Eylemlerinin bir takım nedensel zorunluluklar (karma) yaratmaması da olanaksız elbette. Nirvana 'ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesi. Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı islerden alkış beklemiyor, basarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla üzmüyor. Kuskusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun eğmesini de biliyor. Ben 'i aşınca bütünle bütünleşiyor.. Yarinin getireceklerine kaygısız, ben 'in doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin bilincine erişiyor.
Buda 'nın öğretisi, bir yandan ben 'i yokumsarken öbür yandan da bireyciliği en ileri götürmüş olan öğretidir. insanin toplumun kendisine giydirdiği kişiliksiz kişilikten soyunup gerçek varlığıyla baş başa kalınca gerçeği olduğu gibi özümleyecek bir yeteneğe sahip olabileceğine inanıyordu. Buda ölümden sonra ne olduğuyla ilgili sorulara yanıt vermek istemiyordu. Böyle bir soruyla karşılaşınca ya susuyor, ya da söyle diyordu: Göğsünüze zehirli bir ok saplanmış olsa, oku çıkartmaya çalışacak yerde, oku atanın kim olduğunu, hangi kasttan, hangi soydan geldiğini, boyunu boşunu, oku atmaktaki amalini falan mi araştırmaya kalkardınız? Ben bir şeyi açıklamıyorsam bırakın açıklanmamış olarak kalsın. Peki neden açıklamıyorum? Çünkü o şeyin açıklanması size hiç bir yarar sağlamayacaktır da ondan. Çünkü bu sorulara yanıt aramak ne aydınlanmanıza, ne bağımlılıktan kurtulup özgürlüğünüzü kazanmanıza, iç suskunluğuna, gerçeğe ermenize, Nirvana 'ya erişmenize katkıda bulunabilir. Buda öğretisinde hiç bir dogma, iç yaşantıyla doğrulanamayacak hiç bir inanç getirmemeye özen göstermiştir. Varoluş, devingen gücünü nedensellikten alan sürekli bir oluşum, değişim sürecinden Başka bir şey değildir; varoluşun ardında Durağan bir öz, tözel bir nitelik yoktur. Budizm 'de tözsüz, öz varlıksız bir nedensellik vardır.

4. Sekiz basamaklı yüce yol
-Tam görüş
-Tam anlayış
Bu basamaklar kendimizi de, dünyayı da olduğu gibi, gerçek böylesiliğiyle görmeyi, adların biçimlerin gizlediği temel gerçeğin, her şeyin ıstırap, her şeyin oluşum, değişim içinde olduğu, kalıcı bir ben 'in, değişmeyen bir tözün olmadığını anlayışına ulaşmayı amaçlıyor.
-Doğru sözlülük
-Tam davranış
Bu basamak, özgür istencinizin ürünü olan, içten geldiği için, hiç bir amaç gütmeden yapılan davranıştır.
-Doğru yaşam biçimi
Yaşamını sağlamakta doğruluktan ayrılmamak, kendine yetecek olandan çoğunu elde etmeye çalışmamaktır.
-Tam çaba, tam uygulama
Her şeyin tam bir özenle, eksiksiz yapılmasıdır. Bir Budist 'in oturması, kalkması bile büyük bir dikkatle yapılmalıdır. Zihnini bencil düşüncelerden arıtmak sürekli bir uğraş olmalıdır. Zihnin arıtılması, bencil düşüncelerden ayıklanması dört yüce duygunun yüzeye çıkmasına olacak sağlar: Sevecenlik, acıma, sevgi, yan tutmama.
-Tam bilinçlilik
-Tam uyanıklık
Bu basamaklar meditasyonla ilgilidir. Meditasyon Batı 'da anlaşıldığı gibi derin derin düşünme değil, düşüncenin aşılmasını, çıkarımcı düşünceden arıtılmış bir zihinle, salt bilinçli olmayı amaçlayan bir yöntem. Tam bilinçlilik, tüm duyumların, duyguların, düşüncelerin ruhsal durumların ardında olacak biçimde bir alicilik, bir uyanıklık durumunu sürdürmektir. Algının kapıları öylesine temizlensin ki, her algı hiç bir engelle karşılaşmadan bilince ulaşabilsin. Sözcükler de bilinçle yaşantı arasına giren bir engel oluyor çoğu kez. Sözcüklerden oluşan düşünceler durmadan bizi, iyi kötü, hoşa giden hoşa gitmeyen gibi ayrımlar yapmaya, yargılara varmaya kışkırtıyor. Artık dünyayı olduğu gibi değil, kurgularla, soyutla, soyutlamalarla yani sözcüklerle dünyayı kavrıyoruz. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil, ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan Budizm ' sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.
Budist meditasyonun özü nefes alıp verdiğinin ayırdında olmakla başlayan yaygın dikkattir. insan nefes alıp verdiğine duyarlı olunca yaşadığının da farkında oluyor, geleceğe ya da geçmişse değil, kendini şu ana ayarlıyor, şimdide yaşamaya başlıyor, duyulara daha duyumlu, duygulara daha duyarlı oluyor; kendinden kopuk, kendinden habersiz yaşamaktan kurtarıyor kendini, yaşamla da kendiyle de bütünleşiyor. Bu uygulamada yol almış kimse gövdesinde kendi istencine bağlı olmadan bir nefes alıp verme işleminin sürüp gittiğine duyarlı olmaya başlıyor. Bu yaşamsal bir yaşantı olarak kendini açığa vuruyor, ve bu izlenim insanda iç barış, esenlik ve Mutluluğun oluşmasına yol açıyor. Artık zihindeki karmasa yatışmıstır.
Buda 'nın meditasyon yöntemi öyle dalıp gitmeyi kendinden geçmeyi değil, tersine sürekli uyanıklılığı, sürekli bilinçli kalmayı gerektiriyor. Tam bilinçlilik gerçekleşince tam uyanıklık kendiliğinden gelir. Burada tüm ikilikler yok olur; düşünenin düşünceden, bilenin bilinişten, öznenin nesneden kopukluğu diye bir şey kalmıyor; zihinle yaşantı arasındaki bölüntü kalkıyor. Bütün bu ayrımların yaşantıyla ayırt edilecek somut bir gerçekliği olmadığını, bunların akıl yoluyla varılmış çıkarımlar olduğunu fark ediyorsunuz. Size “bu benim, bu da benim düşüncem” ya da “gören benim, bu da gördüğüm şey” diye ayrım yapmanıza olanak veren şeyin bir gözlemden daha çok, sözcüklerin ve mantığın aracılığıyla elde edilmiş bir kuramdan Başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz.

Şintoizm ( Shinto )
Dünyanın en eski dinleri arasında yer alan Şintoizm M.Ö.VII yy kadar eskiye dayandırılabilinecek Japonların Milli Dini karekterini sergilemektedir. Şintoizm'in Japoncada karşılığı Kami-Nomiçi 'dir ( Tanrıların Yolu). Şintoizm'in herhangi bir kurucusu yoktur. Şintoizm'in geçirdiği safhalar üç devrede incelenir. Bunlar ;
1 - Mitolojik dönemlerde başlayan ve Budizm'in Japonya 'ya girişine kadar devam eden dönem (MS. 552).
2 - Budizm, Şintoizm mücadeşlesinin kızıştığı 9.yy kadar süren dönem.
3 - Şintoizm'le Budizm'in birbirinden ayrıldığı, 1192'den 1868 reformuna kadar devam eden dönem.
Şintoizm 'in bir diğer özelliği milli, iptidai resmi inanış sistemi bulunmayan, diğer dinlere karşı oldukça hoşgörülü bir din olmasıdır .
Şintoizm'in 2 temel özelliği kısaca;
- Milli bir dindir
- Tabiata tapmaya önem verir.
İnanç ve İbadetleri
İlahlarla ilgili inançlara göre birbiriyle hem kardeş hem karı-koca olan Gök (Baba Tanrı) ile Yer (Ana Tanrı) bütün Japon adalarını ve diğer Tabiat Tanrılarını doğurmuşlardır. Bu iki ilah inancı etrafında dönüp dolaşan başka Tanrı inanışları da vardır. Nakledildiğine göre Japonya 'da 8.000.000 ilah vardır. Dağ, ırmak, ateş, gök gürlemesi, fırtına, yağmur, vb. ilahlar dışında her meslek sahibinin de ayrı bir ilahı vardır. Ölüler yaşayanlara muhtaçtır. Kendilerine ikram yapıldığı, mezarın üzerine yiyecek, içecek, eşya vs.. konulduğu sürece mesut olurlar.
Ailenin, köyün, klanın ve imparatorun atalarının ruhları en başta gelen ruhlardır. İmparator Güneş ilahesinin torunudur. Genellikle Japonlar dünyanın iyi ve kötü ruhlarla dolu olduğuna inanırlar. Şintoizm'de ibadet tapınak ve evde yapılabilir. Japonya'da yüzbinin üzerinde mabet olduğu söylenmektedir. Mabetlerde genellikle eskiliği açısından değerli olan ayna, kılıç, mücevherli taş ve Amatarasu 'nun heykeli bulunur.
Japonların ibadet şekilleri çok sade ve basittir. İbadet etmek isteyen kişi mabede gider, elini, yüzünü ve ayaklarını Müslümanların abdest almaları gibi yıkarlar. Mabetteki kıymetli eşya karşısında diz çöker, ibadetini tamamlar ve dışarı çıkar. Eskiden ibadette kurban bulanmasına rağmen, günümüzde rastlanmamaktadır. İbadet için temizliğe çok önem veren Japonlar bunu ihmal etmeyi büyük günah sayarlar. Bazı özel durumlarda islam inancındaki gusüle benzer bir temizlik yaparlar. İbadeti rahipler idare eder. Özel öğretimlerle yetiştirilirler.
Evlenme törenleri mabetlerin bitişindeki evlenme salonlarında rahipler tarafından icra edilir. Cenaze törenlerini ise Budist rahipler yönetir. Bu anlayış bir Japon tarafından “Biz Şintoist doğar, Budist ölürüz” şeklinde kabul edilir. İnançlarına göre ölen herkes “Kami” olur. Onlara göre “Aile bir dindir, aile ocağı ise tapınaktır.” Ölülere karşı görevini yapan insan, yaşayanlara karşı olan vazifelerini de yerine getirmiş olur. Çok eski zamanlardan kalma duaları ve sıhri formülleri ezbere okumak, ilahlara hediyeler takdim etmek Japonların bugünde vazgeçemedikleri davranışlardandır.
Tanrı Anlayışları
Japon dilinde genellikle Tanrı veya O 'nun yerini tutacak kavramlar için üst, yukarı anlamına gelen “Kami” kelimesi kullanılmaktadır.
Şintoizm'de ilahlar hem erkek (izanagi) hem de dişi (izanami) 'dir. Bu iki ilah daha sonra geleceklerin ataları olmuştur. Şintoizm 'de kutsal metinlerin de bu ilahların yaptıkları yazılıdır. Onlar da aynen insanlar gibi doğar, evlenir, banyo alır, hastalanır, kıskanır, ağlar ve ölür. Ahlaki karakterleri de insanlarınkine benzer. Bütün ilahlar doğrudan doğruya tabiat güçleri veya tabiatta bulunan bazı maddelerle ilgili görülmüştür. Tabiat ilahları arasında en önemlisi güneş tanrısı Amaterasu 'dur.
Şintoizm'in iki mukaddes metninde yıldız ve fırtına ilahları ile sis ilahesinin de adı geçer. Fuji-Yama Dağı da mukaddes dağlar silsilesinin en önemlidir.
Kutsal Yazıları
Şintoizm 'in kutsal metinleri de ikidir:
1- Kojiki
2- Nihongi.
Çin yazısının kabulünden önce kendilerine has bir yazıları bulanmadığı için Kojiki 'nin yazıya dökülmesi 712 yılında imparatorun emri ile olmuştur. Tanrıların ve devletin ilahi kaynağı ile insanlığın başlangıcından Kojiki kitabında bahsedilir. Nihongi ise, bir nevi Kojiki 'nin yorumudur. Nihongi 'de devlet hizmetlerinde görev alanların uyması gereken bazı tavsiyeler yer alır.
Günümüzde Şintoizm
Günümüzde Şintoizm Milli bir din olması nedeniyle Japonlar arasında yaygındır.Başta Japonya olmak üzere Japonların yaşadığı diğer ülkelerde de yayılma imkanı bulmuştur.Günümüzde Şintoistlerin sayısı 100.000.000'un üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.

Taoizm
Lao-Tzu (604 BC)
"Yaşlı Filozof"
Pisagor'un Tanrı'ya giden yolu araştırdığı, Buda'nın Dharma'yı yaydığı dönemde, bir üçüncü usta da Çin'de aydınlanmaya hizmet etmekteydi: "Tao Te Ching" öğretisi ile Lao Tzu.
İsminin kelime anlamı "yaşlı-genç" olan Lao-Tzu, "Yaşlı Filozof" olarak da bilinir.
Lao-Tzu insanın doğası gereği "iyi" olduğunu, kötülüğün ise arzular, tatminsizlik ve hırs gibi sapmalara yol açan uyumsuz sosyal etkileşimler ve aktiviteler sonucunda ortaya çıktığını savunur. İnsan doğasına ve yaşamın anlamına ilişkin öğretisi, ideal insanı simgeleyen "bilge"nin tanımlanmasına yöneliktir. Lao-Tzu'nun "bilge"si gündelik konularda tarafsız kalır. O, su gibidir, herşeyi besler ama onlarla çatışmaya girmez. (Lao-Tzu öğretisinde, rekabetin ve hırsla çabalamanın yıkıcı etkisi her fırsatta vurgulanır.) Bilge, bebek gibidir -- tüm potansiyeli ile sade ve mütevazı. O, erdemi temsil eder; dünyayı, insanı ve özdeki düzeni sever.
Ona göre, bilge kişi iyiyi ve kötüyü aynı olumlu tavırla karşılar. Mal-mülk peşinde değildir, asıl kazancı verici oluşu ve verirken karşılık beklememesidir. Fazlalıklarla, gösterişle, abartıyla ilgisi yoktur.
Lao Tzu'nun düşünceleri temelde siyasi değildir, ancak sıkca medeniyetin tuzaklarına dikkat çeker ve kanunların sadece suçlular yaratmaya hizmet ettiğini savunur.
"Tao Te Ching" Lao Tzu'nun tek yapıtıdır ve öğretisinin gelecek nesillere aktarılması gerektiği yönünde, öğrencisi Yin Hsi'nin ısrarları üzerine yazılmıştır. Kitap iki bölümden oluşur:
İlk 37 kısım Tao (YOL), 38'den sonraki kısım ise Te (ERDEM) üzerinedir. Tao Te Ching'de dini ve ruhani dogmalara rastlanmaz, ama bir "yol" kavramı işlenmiştir. Bilgelik ve erdem öğretisi olan Tao Te Ching'in iletmek istediği mesaj basittir: Lao-Tze, yaşamın doğal ritmini vurgular ve insanlara özdeki sadeliği yaşama aktarabilmeleri yönünde öğütler verir. Gurur ve gücün akılsızlığına, sessizliğin bilgisine dikkat çeker.
Taoculuk veya Yol
İnsanlar, kendilerini dünya ile yeryüzünü cennet ile cenneti YOL ile ve YOL'u da doğal oluş ile belirlerler. -- Laozi (Lao Tzu) Daodejing (Tao te ching), #251
Tanınmış bir Çin antropologa göre �Çin dini, takipçilerinin sosyal panoramasına ayna tutar ve bakış açısının genişliği ölçüsünde farklı anlamlar içerir.� Aynı şey Taoculuk veya Taoizm olarak anılan dağınık gelenek için de geçerlidir. Taoculuk, izdeşlerinin tarihsel, sosyal veya kişisel konumlarını yansıtan pek çok farklı biçimde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Bu çeşitlilik, geleneğin dışındaki biri için akıl karıştırıcı olsa da, Taoculuğun Çin�deki yerine belli bir esneklik kazandırmıştır. Bu sayede Taoculuk, yaşamın karmaşasının yol açtığı spiritüel boşlukları dolduracak yönde evrimleşme imkanı bulmuştur.
Taoculuk için �öteki YOL� demek de mümkündür, çünkü Çin imparatorluğundaki kurumlar ve uygulamalar için etik ve dini bir temel teşkil etmiş olan Konfüçyus geleneğiyle kendi tarihi boyunca yan yana varolmuştur. Taoculuk, kökten bir değişim yaratmasa da, Konfüçyuscu yaşam ve düşünce biçimine bir dizi alternatif sunmuştur. Ancak bu alternatifler birbirini tümden dışlayan bir nitelik taşımıyordu. Aslında Çinlilerin büyük bir çoğunluğu için Konfüçyusculuk ile Taoculuk arasında bir seçim söz konusu değildi. Bir kısım pedantik Konfüçyus taraftarı ve bazı tutucu Taocular dışında, Çinli kadınlar ve erkekler kişiliklerinin ve zevklerinin paralelinde veya yaşamlarının farklı fazlarında her ikisini de uygulamayı yeğlemişlerdir.
Laozi (�Yaşlı Usta�, İ.Ö. 5.yy), Daodejing�in (YOL ve YOL�un gücü üzerine ölümsüz bir yapıt) isimsiz editörü ve Zhuangzi (İ.Ö. 3.yy) tarafından formalize edilmiş olan klasik Taocu felsefe, kadim zamanlara ait bir doğaya tapınma ve kehanet geleneğinin gelişmiş bir yorumuydu. Büyük bir sosyal karmaşa ve dinsel şüpheciliğin (bknz. Konfüçyanusculuk hakkındaki makale) egemen olduğu bir dönemde yaşayan Laozi and Zhuangzi, dünyadaki her oluşumun ve değişimin gerisinde yatan, özü bilinmeyen ama tezahürleriyle gözlenebilen, tüm yaratılışın ve gücün kaynağı olan Dao (Tao --YOL) kavramını geliştirdiler. Dao�da ve doğada, yaşama spiritüel bakışın temelini ve gündemdeki sorunun yanıtını bulduklarına inandılar: Dengeli, birlik içinde ve kalıcı sosyal bir düzen nasıl sağlanır?
Laozi and Zhuangzi, doğadaki düzen ve uyumun, devletin gücüyle veya insan bilgisiyle geliştirilmiş kurumlardan çok daha dengeli ve sürekli olduğuna dikkat çektiler. Onlara göre doğru bir yaşam, ancak Dao ile uyum içinde, yani doğal, sade ve kolay bir yaklaşımla mümkündür.
İlk Taocular doğal düzenle uyumlu yaşama sanatını öğretmeyi hedeflediler. �Eylem�e yaklaşımlarını, doğayı gözlemle tasarladıkları �wuwei� (eylemsizlik) kavramıyla ifade ettiler. Taocu bilge, eğitimi ve etik anlayışıyla bir model teşkil eden Konfüçyuscu öğretmenden farklıydı. Zhuangzi'nin bilgeleri çoğunlukla kasap veya marangoz gibi esnaf sınıfından oluşuyordu. Alçakgönüllü esnaflar, sanatın gizini ve yaşama sanatını idrak etmişlerdi. Ustalıklarını ve yaratıcılıklarını gereğince icra edebilmeleri için, içsel bir konsantrasyon geliştirmeleri ve maddi kazanç, ün, unvan gibi dışsal kaygılardan arınmış olmaları gerekiyordu. Sanatsal süreç, tıpkı yaşam gibi, toplumun insani değerlerini değil doğanın yaratıcı yolunu takip ediyordu.
Çin tarihi boyunca, sosyal aktivizmden yorulan ve beşeri kazanımların anlamsızlığını fark eden insanlar, dünyadan el-etek çekerek doğaya dönmüşlerdir. Doğal güzellikle iç içe olmak özlemiyle şehirlerden uzak, kırlık veya dağlık bir bölgeye yerleşirlerdi. Doğanın yaşamsallığının merkezinde yatan yaratıcı gücü hissetmek adına şiir okur, şiir yazar veya resimle uğraşırlardı. Arada sırada arkadaşlarıyla veya ender de olsa eşleriyle, güz yapraklarının veya ay ışığının güzelliğinde şarap içmeye çıkarlardı.
Ütopik Çin yazılarında da sıkça Taocu göndermelere rastlanır. Tao Qian'nın (T'ao Ch'ien, İ.Ö. 372?-427?) ünlü "Şeftali Çiçeğinin Baharı� adlı eserinde, asırlar önce savaşın yerle bir ettiği bir bölgeden kaçan ve o günden beri sınırlarının ötesindeki tarihin karmaşasından habersiz, mükemmel bir sadelik, uyum ve barış içinde yaşayan pastoral bir toplumu tesadüfen keşfeden bir balıkçının öyküsü anlatılır. Ütopyacılar kalması için ne kadar ısrar etse de, balıkçı deneyimini arkadaşlarıyla ve lokal bir yöneticiyle paylaşmak için bu toplumdan ayrılır ve bir daha asla dönüş yolunu bulamaz. Balıkçı, ideal dünyanın dışsal değil spiritüel bir yolculuğun ürünü olduğunu, ütopyanın bir zihin hali, bir tavırlanmadan öte olmadığını anlayamamıştır.
Taocu fikirler ve imgeler, Çinlilerde güçlü bir doğa sevgisi, dinlenmek ve yenilenmek adına arada sırada günlük sıkıntılarından doğaya sığınma alışkanlığı yarattı. Ama Taoculuk aynı zamanda sağlık, huzur, canlılık ve hatta ölümsüzlük gibi doğrudan fiziksel yaşamı olumlayan konularda da esin kaynağı oldu. Laozi and Zhuangzi kadim doğaya tapınma kültürünü ve ezoterik sanatları yeniden yorumlamışlardı; ancak iş, Dao�nun bilgisini yaşamı besleme ve yaşam süresini uzatma gibi alanlarda kullanmaya gelince, geleneksel yöntemlere başvurmaktan çekinmediler. Bazı Taocular �ölümsüzlük adası�nı aradılar, bitkiler veya kimyasal karışımlarda ölümsüzlüğün sırrını bulmaya çalıştılar. Ama daha ziyade sağlıklı yaşam adına bitkisel ilaçlarla yaptıkları deneylerle eczacılık disiplininin gelişmesine büyük katkıları olmuştur. Makrobiyotik beslenmenin ve diğer bazı sağlıklı diyetlerin prensiplerini buldular; bedeni genç ve güçlü tutmak adına jimnastik ve masaj yöntemleri geliştirdiler. Taocular hem gizil ilimlerin, hem de ilkel bilimin takipçileriydiler ve Çin kültürünün doğayı en çok inceleyen ve doğayla deneyler yapan bir öğesi oldular.
Bazı Taocular ruhların doğaya (bedenin hem dışındaki, hem de içindeki doğal dünyaya) nüfuz ettiğine inanırdı. Dinsel bakış açısıyla, belli bir form taşımayan bu ruhlar Dao�nun tezahürleriydi. Taocu panteon, gelişimiyle paralel olarak gitgide daha fazla cennet ve cehennemdeki emperyalist bürokrasiyi yansıtmaya başladı. Cennetsel bürokrasinin başındaki yorgun imparator, doğal alemin çalışmasından ve ahlaksal adaletin idaresinden sorumlu ruhları yönetmekteydi. Cennetteki tanrılar, insanın dünyasındaki memurlar gibi davranmakta ve böyle değerlendirilmekteydiler. Tanrılara ibadet, laik otoriteye karşı takınılması gereken tutumun bir provası gibiydi. Bunun yanı sıra, cehennemdeki şeytanlar ve hayaletler ise fiziksel alemdeki zorbalar, haydutlar ve tehlikeli yabancılar gibi algılanıyordu. Onlara rüşvet veriliyor ve ruhsal bürokratların milis güçleri tarafından ritüellerle yakalanıyorlardı. Dünyasal yönetimde fazlaca etkin olamayan sıradan insanlar ise dertlerden uzak kalmak, sağlıklı, varlıklı ve uzun yaşamak adına ruhlara tapınmayı seçiyorlardı.
İnisiye edilmiş bir Taocu rahip için tüm tanrılar Dao�nun tezahürleriydi. Önemli ruhların isimlerini, rütbelerini ve güçlerini bilmek, meditasyon ve imgeleme yöntemleriyle onları yönlendirebilmek için gerekli eğitimden geçmesi gerekirdi. Meditasyonunun amacı, bu ruhları uyumlamak ve Dao ile yeniden bir olmalarını sağlamaktı. Ancak, yalnızca eğitimli izdeşler rahibin dahil olduğu kompleks teolojik sistem hakkında bir fikir sahibi olabilirlerdi. Bu yüzden özel ritüeller iki aşamadan oluşurdu:
(a) Rahibin meditasyonu ile yönlendirilen ve ancak eğitimli sınıfın katılabildiği rahip seviyesi;
(b) Daha düşük rütbeli Taocu asistanların yönettiği ve tiyatrosal bir nitelik taşıyan, halka açık dramatik ritüeller. Bu ritüeller, kılıçtan merdivenlere tırmanmak, fenerler yakmak veya yüzdürmek biçiminde görsel aktivitelerle içrek manayı aktarmayı hedefliyordu. Aynı ritüel, bir teolog için süptil metafizik-mistik bir kurgu sunarken, sıradan seyirci için ise görsel dramatik bir yapı taşımaktaydı.
Taoculuk aynı zamanda edebiyat, tiyatro ve folklorik öykülerde önemli bir motif teşkil etmiştir. Toplum içinde para ve ün peşinde koşmayan �tuhaf� kişiler, Konfüçyuscu değerleri ve ödülleri reddettikleri için genellikle �Taoist� olarak nitelenirdi. Edebiyatta da Taocular �tuhaf� kişilerdi, ruhsal kazanımlarını sembolize eden gizil, büyülü güçleri vardı. Şifa verirler, gençlik ve canlılık yollarını bilirler, geleceği tahmin edebilir ve kişilerin ruhlarını okuyabilirlerdi. Onlar aynı zamanda ahlaksal adaletin hizmetkarları olarak tasvir edilirlerdi � hatalar için cennet ve cehennemdeki Taocu tanrıların belirlediği kesin ve katı cezalar vardı ve hiçbir günahkar bundan kaçamazdı. Bir yandan, farklı değerler ve yaşam biçimleri benimsemiş olmaları ile toplumsal yapıda muhalif bir tavır sergilerken, diğer yandan ise katı ahlaksal adalet anlayışları ile toplumun mevcut değerlerini destekleyen bir konumları vardı. Taoculuk, �öteki YOL�du, ama toplumsal uzlaşmayı tehdit etmemekteydi. Bir anlamda Taoculuk, toplumsal baskılara karşı bir çeşit emniyet sübabı veya alternatif fikirler ve değerler için tamamlayıcı bir kanaldı.
Çinli komünistler, Taoculuk kaderci, pasifist ve yeniden yapılanmaya zarar veren bir unsur olarak gördüler. Çin Halk Cumhuriyeti, geleneksel bitkisel ilaçların kullanımı gibi kökeni Taoculuğa dayanan bazı pratik sanatları yaşatmaya özen gösterdi. Daha geniş bir açıdan ise, Taoculuğun politik arenadaki çatışmalardan bir kaçış işlevi gördüğü imparatorluk döneminden bu yana, günümüzde �Dörtler Çetesi�ndeki aşırılığa bir reaksiyon olarak ortaya çıkan politik rahatlamanın, Çin Maoizminde Taoist bir fazı temsil ettiği söylenebilir.

ZEN
Bugün Zen'in çok özel dünyasına giriyoruz. Zen çok özeldir, çünkü bilincin çok sıradan bir durumudur. Aslında sıradan zihinler sıradışı olmayı ister; sıradışı zihinler ise sıradanlığın içinde rahat eder. Yalnızca sıradışı insanlar rahatlamaya hazırdır ve sıradanlığın içinde dingin durumdadır. Sıradan olanlar ise aşağılık kompleksi hissederler ve bu aşağılık kompleksi nedeniyle özel olmaya çalışırlar. Özel olan kişi ise özel olmak için çaba sarfetmez. O herhangi bir boşluktan dolayı acı duymaz; o tamamen doludur, taşar, neyse odur.
Zen'in dünyasına hem çok özel, hem de çok sıradan denilebilir. Dışarıdan bakıldığında bu bir çelişki gibi görünür. Oysa bu çok basit bir olgudur. Bir gülün, bir lotusun, bir tutam çimenin özel olma çabası yoktur. Bir tutam çimenden, büyük bir yıldıza kadar her şey olduğu gibidir-neyse odur. Onlar varoluşlarından kesinlikle mutludurlar. Bu yüzden herhangi bir kıyas ya da herhangi bir rekabet yoktur. Herhangi bir hiyerarşik durum söz konusu değildir -kim alçakmış, kim yüksekmiş bunların önemi yoktur. Aslında kendinin üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan kimse sıradandır.
Herşeyi kabul eden insan neşeli olur. Böyle birisi şükran dolu olur; varoluşa şükran duyar, bütünlüğe şükran duyar, bu kişi en üstündür.
Hz.İsa şöyle demiştir; kutsanmış olanlar bu dünyada sonuncudur, onlar benim tanrımın krallığında birinci olacaklardır. Burada Hz.İsa değişik bir dil kullanıyor, çünkü o değişik türden insanlarla konuşuyordu. Bu durum Zen niteliği taşır... Sonuncu olanlar... Fakat sonuncu olmaya çalışırsanız sonuncu değilsinizdir, bunu unutmayın.
İşte Hrististiyanların yüzyıllardır yaptığı buydu; sonuncu olmaya çalışmak ve Tanrı'nın krallığında birinci olmak. Onlar asıl noktayı kaçırdılar. Sonuncu olmak -çabasız, sadece basit bir anlayışla 'Ben neysem O'yum. Benim için başka bir varoluş şekli yok. Başka birisi olamam, başka biri olmaya ihtiyacım da yok. BÜTÜN böyle olmamı istiyor ve ben böyle rahatım, BÜTÜNün iradesine kendimi teslim ediyorum...'
Bir Zen ustası asla 'birinci olmalısın' demez. Fakat Hz.İsa Zen'i bilmeyen insanlarla konuşuyordu. Oysa Hz.İsa Zen'in ne olduğunu biliyordu. O, Hindistan'a, Ladakh'a, Tibet'e gitmişti. Hatta Japonya'da bulunduğuna dair hikayeler bile var. Bu mümkündür, çünkü o bir mistik okuldan diğerine 18 yıl gezdi. Fakat o bir Yahudi gibi konuşmak zorundaydı.
Yahudiler amaçlarına çok bağımlı olarak hareket eden insanlardır. Daima bir yerlere ulaşmaya çalışırlar. Hintliler de amaca bağımlı insanlardır. Bu yüzden Buda'yı anlayamadılar. Buda Çinliler tarafından en iyi anlaşıldı. Bundan dolayı Çinliler çok ruhani, dindar değildir -çünkü bir insan ruhani, dindar ise onun bir amacı vardır: Öteki dünyaya ait bir amaç. Bir yerlerde özel olmak isteyen bir insan, bu hayatta olmazsa gelecekte, burada değilse ölümden sonra, dünyada değilse cennette bunu hedefler.
Cennet, amaca bağlı insanların bir hayalidir. Böyle insanlar eğer ölümün ötesinde bir amaç varsa dindar olabilirler. Eğer bir amaç varsa, herşeyi feda etmeye hazırdırlar. Kısacası onlar gerçek dindar olmazlar -din, onların anlayışı, neşesi, varoluş yolu değil, arzularıdır. Din, onların derin düzeyde tekrarlanan ego oyunudur.
...
Zen konusunda anlaşılması gereken ilk şey, amaca bağımlı olmamaktır. Zen, burada, şimdide olan yaşam yoludur. Zen, manevi dünyanındiğer sıradan algılanışlarından bir diğeri değildir. O ne manevi, ne de maddidir. İkisinden de ötedir. Bu veya öteki dünyaya ait değildir, iki dünyanın büyük bir sentezidir.
Zen ustaları çok sıradan yaşarlar, herkes gibi. Fakat sıradışı bir yoldadırlar. Tamamen yeni bir bakışla, büyük bir zariflikle, muazzam bir hassaslıkla, uyanıklıkla, gözlem dolu olarak, aşkın ve saf bir bilinçlilik halinde ve o anda yaşarlar. Zen'de hiçbir şey ne kutsal, ne de dünyevidir. Herşey BİRdir, ayrılamaz BİR'dir.
...
Zen çok pragmatik ve pratiktir. O, dünyadan el etek çekmeyi aptalca bulur. Onun yerine şöyle der: 'Dönüş! Neredeysen orada ol, fakat yeni bir yolun içerisinde ol. Bu yeni yol nedir? Rekabetçi olma. Rekabetçilik dünyasal olmaktır. Bu, dünyasal yaşamakla ya da dağlara çekilmekle ilgili bir sorun değildir. Mağaralara yerleşebilirsin, fakat diğer mağaralarda başka azizler varsa, rekabet yine olacaktır.
Bir zamanlar bir Hintli aziz tarafından davet edildim. Bir hata olmalıydı, çünkü benim düşünce yolum hakkında bir fikri yoktu. Ama beni davet etmişti, neşelendim, 'Bu iyi bir fırsat' dedim ve oraya gittim.
İlk olay birbirimize tanıştırıldığımızda başladı. Hintli aziz, altın bir tahtta oturuyordu, yanındaki daha küçük bir tahtta ise başka bir Hintli rahip oturmaktaydı. Diğer rahipler ise yerde oturuyorlardı.
Hintli aziz bana şöyle dedi: "Benim yanımdaki ufak tahtta kim oturuyor, merak ediyor olmalısın. O yüksek mahkemenin baş hakimiydi. Fakat öylesine manevi bir insan ki, bu görevinden vazgeçti, dünyadan, yüksek maaşından, statüsünden ve gücünden vazgeçti. Benim öğrencim oldu. Öylesine alçakgönüllü ki, hiçbir zaman benimle eşit düzeyde oturmadı."
Ben devam ettim: "Çok alçakgönüllü olduğunu görebiliyorum. Sizden daha ufak bir tahtta oturuyor, ancak diğerleri de yerde oturuyor! Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, yere bir çukur kazmalı ve orada oturmalı, tabii ki gerçekten alçakgönüllü ise. Ama bu durumda, o sadece size karşı alçakgönüllü, diğerlerine karşı ise çok kibirli."
Gözlerinden öfke kıvılcımları çıkıyordu. Her ikisi de çok kızmıştı, bir süre ne diyeceklerini bilemediler. Ben devam ettim: "Alçakgönüllüğünüzü görüyorsunuz, ikiniz de kızdınız. Bu adam da hala yerinde oturuyor. Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, tahtına yapışmasın, aşağı insin ve hemen bir çukur kazsın. O zaman tabii ki yeni bir rekabet olacak. Diğerleri daha büyük ve derin çukurlar kazacaklar. En alçakgönüllü olan en derin çukura girmeye çalışacak."
Daha sonra Hintli azize şöyle dedim: ""O, sadece senin ölmeni bekliyor, ölür ölmez senin yerine geçecek. Şu anda yarı yolda. İçinden şöyle dua ediyor, 'Yaşlı bunak , dilerim en kısa zamanda ölürsün!' O zaman başka birisi ufak tahta oturacak ve böylece o, bu kişiyi alçakgönüllü olarak tanıtacak. Bir de şu var, eğer ufak tahtta oturan alçakgönüllü, sen nesin? Sen ondan daha yüksek bir tahtta oturuyorsun! Eğer mesele yüksek veya alçak yerde oturmaksa, tavandaki örümcek ne olacak? O daha yüce olmalı, çünkü senden daha yüksekte. Veya gökyüzünde uçak kuşlara ne demeli?
Aslında siz bu yolda hiçbir şeyden vazgeçmiş değilsiniz. Hala yeni isimlerle eski aptallıkları taşıyorsunuz. Sadece isimler değişti, ama eski rüyalar hala devam ediyor, eski arzular, eski egolar hala güçlü bir şekilde sürüyor. Herhangi bir tapınağa gidebilirsiniz, ama aynı rekabet orada da olacaktır."
Zen, şöyle der: 'Hayatın içinde ol, hayatta yanlış bir şey yoktur. Eğer bir şey yanlışsa, o sizin bakış açınızdan dolayıdır. Gözleriniz bulutlu, bilincinizin aynası tozlu. Onu temizleyin, daha fazla berraklık yaratın.'
Rekabet ortadan kalkarsa, dünyadasınızdır, ama dünyadan değilsinizdir. Eğer tutkular yok olursa, terk edilmesi gereken bir dünya da kalmaz. Fakat bu şekilde tutkular ve rekabet nasıl yok olabilir ki? Biz ona yeni yollar yaratıyoruz. Birisi sizden daha fazla para, öteki ise daha fazla erdem kazanmaya çalışıyor. Fark nedir? İkisi de aynı arzudur, aynı rüyadır, aynı uyku durumudur. İnsanlar rüyalarının peşinde koşuyorlar, rüyalar değişiyor ama onlar asla uyanmıyorlar. Rüyalar değişir, fakat siz bu rüyada, ya da o rüyadasınızdır, kendinizi karanlıkta kaybedersiniz. Aydınlanmak, rüyaları değiştirmek, eski bir rüyadan başka bir rüya durumuna geçmek, eski rüya yerine yeni bir rüya yaratmak değildir.
...
Sufizm spekülasyonlarda bulunmaz. Oldukça gerçekçi, pragmatik ve pratiktir.Ayakları yere basar, soyut değildir. Buna rağmen herhangi bir dünya görüşü yoktur. Ve bir sistem olmadığından dolayı da bilgiyi sistematize etmez.
Bir sistem, varoluşu tamamıyla açıklar. Sufizm bir sistem değildir; varoluş için bir açıklaması yoktur, varoluşun gizlerine giden bir yoldur. Hiçbir şeyi açıklamaz, yalnızca gizleri gösterir. Sizi gizemin içine yollar. Sufizm varoluşun sırrını çözmez. Tün sistemler bunu yapar; tüm işleri gizemi ye harikaları yok ederek bilinmeyeni bilinir kılmaktır. Sufizm sizi bir harikadan diğerine götürür, harikalar diyarının derinliklerine.
Bir sistem değildir, çünkü hiçbir şey hakkında hiçbir zaman tam bir açıklama vermez. Yalnızca çok, çok ufak ipuçları, içgörüler verir. Dönüp dolaşıp aynı yere gelmez, felsefe yapmaz; sürekli hikayeler, anekdotlar, mecazlar, deyişler ve şiirler ortaya koyar. Bir metafizik değil, mecazdır. 'Ay'ı işaret eden parmaktır. Parmağı analiz ederek 'ay'ı anlayamazsınız, ama içtenlikle o yöne bakarsanız, 'ay'ı görürsünüz.
Sufi hikayeleri felsefi değidir. İnce ipuçları ve fısıltılardır. Doğal olarak, sadece içtenlikle ve empati ile dinleyenler, güvenle kalplerini açıp teslim olmaya hazır olanlar Sufizmin ne olduğunu anlayabilirler. Yalnızca sevebilenler Sufizmin ne olduğunu anlayabilir.
Mesajı nedir? Mantıklı bir analiz değildir, ama Zen kadar mantıksız da değildir. Sufizm, mantıklı olmanın bir uç, mantıksız olmanın ise diğer bir uç olduğunu söyler. Sufizm ortalarda bir yerdedir, ne mantıklı ne de tamamiyle mantıksız. Sağa ya da sola yatmaz. Saçma değildir. Sokrates gibi mantıklı değildir, ama Bodhidharma gibi mantıksız da değildir. Bodhidharma ve Sokrates'in farklı göründüklerini, ancak yaklaşımlarının aynı olduğunu söyler. Aslında Bodhidharma Sokrates'den daha mantıklıdır; zaten bu yüzden mantıksızlığa kayar. Eğer mantık çizgisini izlemeye devam ederseniz, eninde sonunda mantığın bittiği yere gelirsiniz, ama yolculuk devam eder. Bodhidharma, tüm yolu gitmiş ve mantığın bittiği ama hayatın devam ettiği sınır çizgisine gelmiş olan Sokrates'dir. Bodhidharma farklı görünür, ama yaklaşımı Sokratesçidir - entelektüeldir. Zen, entelekte çok karşıdır, ama entelekte karşı olmak da entelektüel bir davranıştır. Zen, felsefe karşıtıdır, ama felsefe karşıtı olduğunuzda da felsefi olursunuz -sizin felsefeniz de budur. Sufizm uçları reddeder, ortadakini seçer, tam ortadakini.
Zen'deki anahtar kelime 'dikkat'tir, Sufizm'de ise 'yürek'. Zen zihne karşıdır, ama zihnin ötesine zihinle geçer. Sufizm zihne karşı değildir, zihne tamamen kayıtsızdır. Sufizm yüreğe yoğunlaşmıştır; kısacası zihni umursamaz. Evet, Sufi'de de bir aydınlanma olur. Eğer Zen'deki aydınlanmaya satori, zihin-uyanıklığı dersek, Sufi'deki aydınlanmaya da 'yürek-uyanıklığı' denilebilir. Sufi'nin yolu aşığın yoludur, Zen yolu ise savaşcının, samurayın yolu.
...
Sufizm bir dünya görüşü değil, görmektir. Dünya görüşü olduğunuz yerde sayıyorsunuz demektir; bir felsefeye, gerçekle ilgili belli açıklamalara inanırsınız. Aynı kalırsınız, değişmezsiniz. Dünya görüşü sizi biraz bilgilendirir, daha bilgili olursunuz.
Görmek ise sizi dönüştürür. Ancak dönüştüğünüzde, yaşamın başka yüksekliklerini ve derinliklerini deneyimlediğinizde, görebilirsiniz.
Sufizm bir görüdür. Aslında 'Sufizm' demek doğru değildir çünkü bir 'izm' değildir. Sufiler 'Sufizm' demez; bu başkalarının verdiği bir addır. Onlar tasavvuf derler, bu bir aşk görüşüdür, gerçeğe aşk ile yakınlaşmaktır. Varoluş hakkında düşünen kişi biraz muhaliftir çünkü varoluşu bir sorun sanır - sanki varoluş ona meydan okuyordur ve o da buna karşılık veriyordur, sırrı çözmelidir, gizemi yok etmelidir. Savaşır.
Sufi der ki:
"Biz ve varoluş biriz. Varoluşla kavgaya lüzum yok. Gönlünü al, birleş, davet et, sev, arkadaş ol ve varoluş sırlarını kendisi açacaktır."
Sufizmin bir sistem olmadığını söylemiştim, çünkü tüm sistemler sınırlama getirir, çevrenizde birer hapishane oluşturur. Sufizm özgürlüktür. Belli bir sisteme inanmanızı söylemez. İnançtan değil, güvenmekten bahseder.
Sufizmin bir felsefe olmadığını söylemiştim, ama felsefe karşıtı da değildir. Yalnızca felsefeyi ve felsefe karşıtı olmayı umursamaz. Es geçer, kayıtsızdır. Der ki: "Gerçek varken ne diye kelimelerle uğraşayım? Suyu içmek varken ne diye suyla ilgili teorilere kafa patlatayım? Güneşe çıkıp güneş ışınlarıyla dans etmek varken ne diye teorilerle boğuşayım? Otantik bir şey yaşamamak niye?"
Felsefe dönüp durur; hep bir şeyler hakkındadır. Hiçbir zaman gerçeğin özüne dokunmaz. Gerçek hakkında düşünür ama gerçek hakkında düşünmek gerçeği yalancı çıkarmaya çalışmaktır. Gerçek düşülmesi değil karşılaşılması gereken bir şeydir. Gerçek inanılmamalı, yaşanmalıdır. Gerçek bir sonuç değildir, bir kıyaslama süreci ile gerçeğe ulaşamazsınız. Gerçek ortadadır! Gerçek sizsiniz, ağanlardır gerçek, kuşlardır gerçek, güneştir, aydır. Gerçek her yerde ve siz gözlerinizi kapıyorsunuz ve gerçeği düşünüyorsunuz? Düşünce yoldan çıkarır.
Düşünmeye gerek yok. Yaşayın onu! Gerçeği yalnızca yaşayarak bilebilirsiniz.

ZAZEN
Budizm, yaklaşık 2.500 yıl önce Hindistan'ın kuzeyinde, Shakyamuni Buddha'nın aydınlanmasıyla başladı. O zamandan beri Budizm Asya ülkelerinde dolaşmaktadır. Ülkeden ülkeye yayıldıkça, içinden geçtiği her kültürün gelenek ve ritüelleri ile birleşti ve Budist metinler de yerel dillere çevrildi. Zamanla bir çeşitlilik oluştu ve farklı öğretileri olan farklı okullar ortaya çıktı. İşte bu nedenle, Tibetli bir Budist rahibin veya Dalai Lama'nın cüppesi, Vietnam, Kore, Sri Lanka veya Japonya'daki bir Budist rahibin cüppesinden farklılık gösterir. Budizm'in Zen ekolü, Shakyamuni Buddha'dan yaklaşık 1.000 yıl sonra Çin'de gelişti.
Zen oluşurken Konfiçyüsçülük ve Taoizm'den etkilendi. Bugün sadelik ve doğaya şükran ile tanımlandığı kadar, doğadaki her unsurun tek olduğunu vurgulamasıyla da tanımlanmaktadır. Meditasyon, Budizm'in birbirinden farklı pek çok uygulamasından biridir ve Zen meditasyonu da bir çeşit Budist meditasyonudur. Zen meditasyonundaki temel uygulamaya, Japonca'da kelime anlamı "bağdaş kurarak konsantrasyon" olan Zazen adı verilir. Zazen uygulamasının temeli, dikkatinizi duruşunuza, nefes alış verişinize ve zihninizin durumuna vererek şimdiki zamana -tam olarak şu ana- dikkatini toplama, konsantre olma ve anın farkına varmadır. Vietnamlı bir Zen eğitmeni olan Thich Nhat Hanh, "Yaptığımız uygulamayla yaşamımızın her anı gerçek yaşam oluyor" der. Aslında, zen uygulamasının, tamamen kendi özümüzle bir olmaktan başka amacı yoktur. Zazen uygularken başka şeylerin de gerçekleştiğini farkedebilirsiniz; daha huzurlu veya rahatlamış hissettiğinizi, tansiyonunuzun azaldığını veya konsantrasyonunuzun yükseldiğini hissetmek gibi... Gerçek uygulamasıyla Zen, direkt olarak gerçeklikle buluşmaktır.
Zen meditasyonunun çoğu direktifi, duruşunuzun fiziksel detaylarına yöneliktir. Zen'in çıktığı kültür, zihinle beden arasında daha az ayırım yapmıştır. Bu sebeple, Zen'in esas fikri, dik bir sırt ile oturarak, omurgalarımızı hizaya getirerek ve fiziksel olarak durgun kalarak zihnimizin yerleşmesine ve konsantre olmasına yardımcı olmaktır. Bu meditasyon duruşu Hindistan'da geliştirilmiştir; bir Yoga pozisyonudur. Zen meditasyonu, yalnızca zihinle yapılan bir uygulama değildir, kavramsal düşünmeden daha geniş bir uygulamadır. Zen'e göre, uyanma et ve kemiklerimizin içine kadar işlemeli, tepeden tırnağa kadar uzanmalıdır. Zen meditasyonunda, vücudumuzu deneyim ve uygulamalarımız için bir araç olarak kullanırız.
Zen meditasyonu olan Zazen'in 3 farklı hedefi vardır:
Konsantrasyon yetisinin geliştirilmesi (Joriki)
Satori-uyanış (Kensho-godo)
Günlük yaşamda en üstün yola erişme (Mujudo no taigen)
Bu üç hedef, ayrılmaz bir birliktelik içindedir, fakat aşağıda sizlere daha iyi açıklayabilmek için birbirinden ayrı olarak anlatmaya çalışacağız:
Joriki
Birinci hedef olan Joriki, zihin birleştirildiğinde ve Zazen konsantrasyonunda tek noktaya odaklanıldığında yükselen gücün kaynağıdır. Aslında, kelime anlamıyla verdiği izlenim olan konsantre olma yetisinden daha fazlasıdır. En ani ve beklenmedik durumlarda, durumu algılamaya çalışmak için duraksamadan ve tamamen hazır vaziyette olarak atik davranmamızı sağlayan dinamik bir güçtür. Joriki geliştiren bir kişi, artık tutkularının kölesi değildir, çevresinin merhametine ihtiyaç duymaz. Her zaman hem kendinin, hem de yaşamın değişen durumlarının kontrolü kendi elindedir, mükemmel bir özgürlükle ve vakarla hareket etme yeteneğine sahiptir. Joriki ile, belirli bazı normalüstü güçlerin işlenmesi de mümkündür, zihni açık, duru ve durgun bir su haline getirmek de.
Joriki'nin uçsuz bucaksız gücü, düzenli pratikle ne kadar geliştirilirse geliştirilsin, Zazen'in varlığını görmezden gelirsek bu güç zamanla geri çekilecek ve hatta yok olacaktır. Ayrıca Joriki'den her ne kadar olağanüstü güç çıkabileceği bir gerçekse de, tek başına yaşamın aldatıcılığını durdurma gücüne sahip değildir. Zen'in en yüksek türleri için konsantrasyon yetisi yeterli olmayacaktır. Yanında Satori-uyanış'ın da desteği gereklidir. Eski Zen mezheplerinden birinde, bu durum şöyle dile getirilmiştir: "Mezhebimizce esas olan, kendini sadece konsantrasyona adama ve tek başına konsantrasyon yetisiyle yetinmek değil, Buda doğasının farkında olmaktır."
Budizm öğretilerine göre, öğrenci, aydınlanmada belirli bir aşamayı geçince, ruhani gücü gelişir. Arhat aşamasındaki bir kişinin, altı doğaüstü güce sahip olabileceği söylenir. Yani bu, doğaüstü güç aydınlanmayı sağlamıyor, aydınlanma doğaüstü güçleri sağlıyor demektir. Dahası bu öğretiye göre, bu doğaüstü güçler yalnızca Budistlere has değil; derin bir ruhsal ve dinsel gelişime sahip olan herkes, bazı doğaüstü güçler geliştirebiliyor.
Kensho-Godo
İkinci hedef olan Kensho-godo, kişinin gerçek doğasını ve aynı zamanda evrenin nihai doğasını, içerdiği on binlerce varlıkla birlikte görmesini ve anlamasını amaçlar. Bu ani bir uyanıştır. Eğer bu gerçek Kensho ise, kim denerse denesin, Shakyamuni Buddha'nın kendisi bile olsa, özü ve etkisi aynı olacaktır. Fakat bu, hepimizin Kensho'yu aynı derecede yaşayabileceği anlamına gelmez; zira duruluk, derinlik ve deneyimin tam oluşu açısından büyük farklılıklar vardır. Örnek olarak, doğduğundan beri kör olan bir bireyin gittikçe görüşünü kazandığını hayal edin. İlk olarak, hayal meyal ve karanlık olarak yalnızca kendine yakın objeleri görür. Sonra, görüşü iyileştikçe, bir metreye kadar yakın olan objeleri ayırt etmeye başlar, sonra 10 metre kadar, sonra 100 metre kadar, ta ki sonunda 1000 metreye kadar gördüğü her şeyi tanıyana kadar. Bu aşamaların her birinde, gördüğü dünya fenomenal açıdan aynıdır, fakat açıklık, duruluk ve tam doğruluk açısından gördüklerindeki fark, kar ile kömür arasındaki fark kadar büyüktür. Kensho deneyimleri ile birlikte yaşanan derinlik ve duruluğun farkı da böyledir işte.
Mujodo No Taigen
Üç hedefin en sonuncusu olan Mujodo No Taigen, tüm varoluşumuzda ve günlük aktivitelerimizde, üstün yolu gerçekleştirme demektir. Bu noktaya gelindiğinde, amaç ile araç aynılaşır. Ciddi ve egolarından arınmış bir şekilde, ustanın direktifi doğrultusunda, zihniniz tamamen açık ve düşünceden lekesiz bir kağıdın saflığı kadar temizlenmiş bir şekilde oturduğunuzda, Satori deneyiminiz gerçekleşmiş olsun ya da olmasın, Buda doğanız ortaya çıkmaya başlar.
Budist Zen uygulamaları, yukarıda açıkladığımız, birbiriyle ilişki içindeki üç amacı da içermelidir. Örneğin, Joriki ile Kensho arasında olmazsa olmaz bir bağ vardır. Kensho, konsantrasyondan gelen güç olan Joriki ile bütünleşmiş olan bilgeliktir. Joriki'nin Kensho ile olan bağı ise biraz daha farklıdır. Joriki'yi belli bir miktar geliştirmedikleri sürece, pek çok kişi Kensho'ya hiç erişemeyebilir; Joriki'de ilerleme sağlayamadıkları takdirde, kendilerini çok yorgun, sinirli hissedebilir, Zazen'e devam edemeyebilirler. Dahası, Joriki ile güçlendirilmedikçe, tek bir Kensho deneyimi hayatımızda takdire şayan bir etkiye sebep olmayacak ve sadece bir anı olarak kalacaktır. Bundan dolayı, Kensho deneyimi ile kozmosun altında yatan anlamı zihin gözünüzle anlamış olsanız dahi, Joriki olmadan, zihin gözünüzün size sunmuş olduğu bu içgörü doğrultusunda varlığınızın tüm gücüyle hareket edemezsiniz.
Aynı şekilde, Kensho ile Zazen'in üçüncü hedefi olan Mujodo No Taigen arasında da bir bağlantı vardır. Kensho tüm hareketlerinize yansıyorsa, bu Mujodo No Taigen'dir. Mükemmel aydınlanma ile, dünyamızın içerik olarak her şeyi çift içermediğini, her varlığın eşsiz olduğunu kavrarız ve böylece, bu "eşsizlik" dünyasındaki uyum ve huzur ortaya çıkmış olur.

REIKI
Reiki nedir?
"Reiki, Japonca bir sözcük olup "Evrensel Yaşam Enerjisi" anlamına gelmektedir. 2500 yıl önce yazılan Sanskrit kutsal metinlerinde de Reiki'den "dönen enerji topu" olarak söz edilmektedir. 19. yüzyılda, Japonya'da bir üniversitede öğretim üyesi olarak görev yapan Dr. Mikao Usui tarafından, Reiki'nin tüm dünyaya yayılması için ilk adımlar atılmıştır.
Kelime anlamı olarak "Rei" Tanrı, "Ki" ise enerji demektir. Bugün Reiki'yi Tanrısal Yaşam Enerjisi veya Evrensel Yaşam Enerjisi olarak tanımlıyoruz.
Aslında hepimiz bu evrensel yaşam enerjisi ile doğmaktayız. Bizi çevreleyen evren de sonsuz bir enerji ile doludur. "Ki" enerjisi yaşayan herşeyin içinde akmaktadır. Aldığımız her nefes de enerji doludur. Bedenimizde de onu besleyen enerji kanalları "meridyenler" bulunmaktadır. Reiki ile enerjiyi ellerden bedene aktararak, gerek bedenimizde, gerekse onu besleyen enerji kanallarındaki tıkanıklıkları açarak tüm sistemimizin doğrudan enerji ile beslenmesini sağlayabiliriz.
Reiki, enerji tıkanıklıklarının açılmasını, çakra merkezlerinin uyarılmasını, yaşam enerjisinin bedenimizden kolaylıkla akmasını sağlar."
Çakra Nedir?
"Çakra, sanskritçede tekerlek anlamına gelmektedir. Çakralar enerji bedeninde varolan enerji organlarıdır. Görevleri evrensel enerjiyi alıp bedenin kullanabileceği frekansa dönüştürmektir. Tıpkı bir trafo gibi çalışırlar. Bedenimizde yaklaşık 20.000 Çakra vardır. Reiki'de yedi temel Çakra'yı kullanıyoruz. Her Çakra bir salgı bezine bağlıdır ve bu bezlere bağlı organları etkiler;
Birinci Çakra : (Kök Çakrası) Salgı bezi, böbrek üstü bezleridir.
İkinci Çakra : Yumurtalık , Prostat ve testis ile üreme organlarına bağlıdır.
Üçüncü Çakra : (Solar Phlexus) Sindirim sistemi, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve otonom sinir sistemini etkiler.
Dördüncü Çakra : (Kalp Çakrası) Timus bezine bağlıdır, kalp, göğüs, kan ve dolaşım sistemini etkiler.
Beşinci Çakra : (Boğaz Çakrası) Tiroid bezine bağlıdır, duygu ve düşüncelerimiz boğaz çakrası yardımıyla rahatça ifade edilir.
Altıncı Çakra : (Üçüncü Göz) Tüm varoluşun sezgisel kavrayışı burada olur.
Yedinci Çakra : (Tepe Çakrası) Benliğimizin saf oluşunu, sınırsız bilinci burada hissedebiliriz.
Yaşam enerjisi fiziksel bedene, Çakra, Nadi ve Meridyenler vasıtası ile akar. Yaşam enerjisi vücuttaki organları ve hücreleri besler. Çakralarda blokajlar oluşup akış kesildiği zaman bedendeki salgı bezleri ve onlara bağlı organlar, fonksiyonlarını tam olarak yapamazlar ve fiziksel bedenimizde hastalıklar oluşmaya başlar.
Reiki'yi uygulayan kişiler evrensel enerjiye sadece bir kanal olur. Evrendeki enerjiyi, düşünce gücümüzle önce beynimizde, kalbimizde hissedip, sevgi ile besleyerek ellerimizden kendi vücudumuza veya başkalarının vücuduna aktarabiliriz. Reiki aktarımı ile içimizdeki kendi kendini tedavi güçleri harekete geçer. Çünkü her insan sadece kendi kendini iyileştirebilir. Bu nedenle, Reiki seansı sırasında, Reiki'yi hem veren, hem de alan kişi kendi kendine tedaviyi yaşamaktadır.
Reiki hiçbir zaman modern tıbbın yerini tutmaz ama birlikte kullanıldığında birçok bedensel, özellikle de zihinsel ve duygusal sorunun çözülmesine yardımcı olur.
Bugün dünyada, bilhassa Amerika'da birçok hastane ve klinikte, tamamlayıcı şifa yöntemleri (Reiki, akupunktur, refleksoloji, meditasyon, yoga, vb.) modern tıp ile birlikte kullanılmaktadır.
Dünyaca ünlü kalp cerrahımız Dr. Mehmet Öz'ün son kitabı "Şifayı Yüreğinde Ara," bize bu konudaki çalışmaları ve sonuçlarını açıklıkla anlatmaktadır. "
Reiki'yi herkes öğrenebilir ve uygulayabilir mi?
"Reiki herkes tarafından öğrenilebilir, Reiki evrenseldir. Dil, din ve ırk ayrımı olmaksızın, her yaşta ve her insan tarafından uygulanabilir. İnancınız ne olursa olsun o çalışacaktır. Zihin, ruh ve beden bütünlüğünüzü sağlamanıza yardımcı olacaktır."
Reiki'nin Dereceleri
Dr. Mikao Usui sisteminde Reiki'nin dört derecesi bulunuyor:

Reiki-1: Bu derece Reiki'nin ilk inisiasyonu ile başlar. İnisiasyonun kelime anlamı başlatmadır. Bir kişinin Reiki uygulayıcısı olabilmesi için, bir Reiki master tarafından inisiye edilmesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda, Reiki'nin ritüel bir törenidir.
Reiki-2 & Reiki-3: Bu derecelerde, değişik semboller ve uygulamalarla enerjinin daha kuvvetli olarak kullanılması ile renk ve taşlarla tedavi uygulamaları öğretilir. 3. derece, kişiyi master olmaya hazırlar. Bu seviyeye gelene kadar çok uzun bir süre kendinizi zihnen ve ruhen buna hazırlamanız, sizi eğiten hocanızın çok sayıda seminerine katılmanız ve Reiki'yi devamlı kendiniz ve başkaları üzerinde uygulayarak yeterince deneyim yaşamanız gerekmektedir.
Master derecesi: 4. derece olan master inisiasyonu ile birlikte büyük bir sorumluluk yüklenilir. Bu seviyede "Reiki master", başkalarını inisiye eder, ayrıca tüm bilgi ve birikimlerini doğru olarak aktarmak mecburiyetindedir.
Günümüzde "Reiki master"ları ve Reiki uygulayıcılarının sayısı yüzmilyonları aşmış halde ve her gün büyük bir hızla da artıyor. Çünkü günümüz dünyasının acil olarak bu şifa enerjisine ihtiyacı var. Gitgide zorlaşan yaşam koşullarından ve azalan sevgiden dolayı birçok insan zihinsel, ruhsal ve bedensel olarak hasta, kötümser ve negatif duygular içindedir. Çevre ile kendileri ile ve doğa ile olan ilişkileri bozulmuş, huzuru bulmak için arayış içine girmişlerdir.
Yaşamın pozitif yönde sürmesi, dünya barışının sağlanması için Reiki evrensel enerjisi bu kişilere bir sevgi ve şifa kaynağı olmaktadır.
Reiki hayatınızda neleri değiştirir?
"Reiki, şifa gücünün yanında aynı zamanda bir hayat felsefesidir. Bedendeki akışı sırasında tüm dokulara pozitif etki ederek, onları tedavi ederken enerji alanımızın vibrasyonunu arttırır ve bizi negatif duygu ve düşüncelerden arındırır.
Reiki, sevgi dolu ve pozitif bir enerjidir. Bu olumlu enerjiyi, içimizde yaşatır ve etrafımıza bu titreşimleri yayarsak, çok kısa bir zaman sonra önce kendimizin, sonra da etrafımızdaki kişilerin yavaş yavaş değiştiğini ve çok daha olumlu, huzurlu bir hayata adım adım geçtiğimizi görürüz. Çünkü hayatımızda ne ekersek onu biçeriz. Louise Hay "Düşünce Gücü ile Tedavi" kitabında der ki; "Ektiğiniz toprak bilinçaltınızdır. Tohum ise yeni olumlu düşüncelerinizdir. Bugünden sonra yaşayacağınız tüm yeni deneyimler bu tohumun içindedir. Tohumu yeni olumlu ifadelerle sularsanız kendinize duyduğunuz sevgi ve verdiğiniz değerin güneş ışığı gibi üzerinde parlamasını sağlarsınız."
Reiki'nin 5 prensibi
1. Bugün özellikle bugün kızma.
2. Bugün özellikle bugün endişelenme.
3. Hayatını dürüstçe kazan.
4. Yaşayan herkese saygılı ol.
5. Bugün şükran duygusu içinde yaşa.

Reiki'nin prensiplerini tam olarak hayatımıza yansıtır ve uygularsak, değişimin hayatın doğal yasası olduğunu kabullenir ve kendimizi her türlü zihinsel değişime hazırlarız. Değişime önce kendimizden başlar, hiçbir zaman başkalarını değiştirmeye uğraşmayız. Çünkü biz her zaman kendi kendimizleyiz. Huzurlu ve mutlu olmak için sadece vesadece kendimizi değiştirebilir ve de eğitebiliriz.
Olumsuz düşüncelerimizi değiştirip, hayatın bize getirdiklerini sevgiyle kabullenir, yaşamla savaşmak yerine onunla uyum içinde olmayı seçebiliriz. Önce kendimizi olduğumuz gibi sevip, bugüne kadar bilerek veya bilmeyerek yaptığımız tüm hatalarımız için kendimizi affedebiliriz. Affetmek bizi özgürleştirir ve hafifletir. Kendimizi çok iyi, güçlü ve huzurlu hissederiz. Sonra hayatımızda, kırgın, öfkeli olduğumuz tüm insanları affeder, özgür bırakır, onlarla aramızdaki tüm negatif bağları koparırız. Böylece sırtımızda taşıdığımız tüm olumsuz duygu ve düşünceleri sırtımızdan indirmiş oluruz. Dünya artık çok daha güzel ve sevgi doludur. Hayatımızda ne tür bir iyileşme istenirse istensin, tek çözüm daima 'SEVGİ'dir.
Karma Yasası nedir?
Her etkinin ona eşit ve ters yönlü bir tepkisi vardır. İşte bu "neden-sonuç" ilişkisini ortaya koyan yasaya "Karma Yasası" denilmektedir. Karma yasası tekamül sürecimiz boyunca enerjinin dengelenmesini yöneten bir yasadır. Bir anlamda "İlahi Adalet'i sağlayan bir dinamiktir" diyebiliriz. Karma'yı yaratan, yani dengelenmek üzere enerjiyi harekete geçiren niyetlerdir. Her niyetin bir sorumluluğu olduğu gibi, o niyetin meydana gelişindeki duygu ve düşüncelerin de bir sorumluluğu vardır. Eğer bu sorumluluk farkedilirse hangi niyetlerin, hangi sonuçları doğurduğunu farketme imkanı da kazanılmış olur.
Karma Yasası evrensel bir öğretmen niteliği ile insanlığa sorumluluğunu öğretmeye ve böylece insan tekamülünde, insanın kaderinin nasıl kendisi tarafından yaratıldığını anlatmaya çalışır.
Sevgiye, iyiliğe ve dostluğa dayalı, faziletli duygu ve düşüncelerle oluşacak niyetler, insanın tekamülünde çok önemli birer etkendir.

FENG SHUI
Çince rüzgar ve su anlamına gelen Feng Shui, insanlar ve çevreleri arasındaki ilişkiyi konu alan bir Doğu felsefesidir. Geçmişi 3000 yıldan çok daha eskilere dayanan bu "mekan düzenleme sanatı", doğa ile insan arasında bir denge ve uyum yaratmayı hedefliyor. Hem doğaya hem de kendilerine yabancılaşan metropol insanlarına, yeniden dinginliği, huzuru ve rahatı anımsatıyor, yaşatıyor.
Doğada her şey birbiriyle ilintili ve etkileşim halinde. Dengeli, estetik ve gerektiği gibi. Çevremiz bizi, biz de çevremizi etkiliyoruz. Kısaca Taoist bir doğa felsefesine dayanan Feng Shui, sık kullandığımız her mekanı, yatak odamızı, mutfağımızı, çalışma odamızı, ofisimizi, hatta restoranları, bahçeleri kapsayan geniş bir uygulama alanı kazanmış durumda.
Bir binanın şeklinden, yatağınızın, masanızın ya da bir sobanın yerleşimine kadar her tür düzenleme Feng Shui'nin ilgi alanına girer.
Feng Shui, Yin-Yang Teorisi, Beş Element Teorisi ve Yi Jing Trigamlar Teorisi'ni içinde barındırır. Bu felsefeye göre, her şeye hayat veren "Chi"dir. Diğer bir deyişle kozmik enerji... Chi'yi beş element oluşturuyor; metal, ateş, su, tahta ve toprak. Bu beş elementi statik fiziksel elementler olarak düşünmemek gerekir. Beş Element Teorisi, Chi' nin doğada aşama, aşama değişerek nasıl bir döngü izlediğini, enerjinin yapıcı ya da yıkıcı devinimle açığa çıktığını ortaya koymaktadır. İşte Feng Shui'nin ilgilendiği şey de Chi'nin ya da enerjinin bu akışı.
Feng Shui, enerjinin çok hızlı ya da çok yavaş değil, ideal ve rahat akmasını düzenlemekte, olumlu enerjiyi geliştirmenin yöntemlerini göstermektedir.
FENG SHUI ARAÇLARI
Kristal küreler, aynalar, rüzgar çanları, mobiller, bitki ve hayvanlar gibi canlı varlıklar, bambu flütler, taş, kaya veya heykel gibi ağır nesneler, renkler ve elektromanyetik alanları gözetildiği sürece elektrikli aletler ve lambalar Feng Shui'nin "iyileştirici" araçlarıdır.
Örneğin kristal, gücü ifade etmektedir. Üzerine güneş ışığı vuran kristal kürelerin yansıttığı mükemmel gökkuşağı renkleri oldukça önemlidir. Evin ölü köşelerine asılacak kristal küreler, buradaki enerjiyi yakalayıp harekete geçirecektir. Bir kapıdan içeri girer girmez bir duvarla karşılaşmak insanda olumsuz duygular yaratır. Duvara bir resim ya da ayna asmak, alanda genişlik hissi yaratacaktır. Herkes seslere karşı duyarlıdır ve yalnız olduğu bir mekana bir başkasının girdiğinden haberdar olmak ister. Rüzgar çanları, mobiller uyarcı görevi görürken, çıkardıkları sesler de yatıştırıcı etki yapmaktadır. Feng Shui'ye göre rüzgar çanları ve bambu flütler bireysel enerjiyi açığa çıkarır.
Hayvan ve bitki gibi canlılar da Feng Shui felsefesinde çok önemlidir. Çünkü bir enerji içerirler ve chi'yi harekete geçirirler. Bu felsefede, sudan dolayı balığın ayrı bir yeri vardır ve balığın bolluk ve şans getirdiğine inanılır. Bu yüzden genellikle Çin restoranarında akvaryumlar ya da göletlerle karşılaşırız. Yine Feng Shui'ye göre renkler huzuru, dengeyi ifade etmektedir ve belirli renkler belirli yerlerde kullanılmalıdır. Örneğin mor renk zenginliği, bereketi; pembe dayanışmacı ilişkileri, gri ise vericiliği ifade eder. Genellikle yatak odalarında pembe renk kullanılır.
FENG SHUI'NİN TEMEL İLKELERİ
Evinizdeki değişikliklere küçük şeylerle başlayabilirsiniz. Daha sonra bu alanlar geliştirmek size kalıyor.
Chi
Görünmez ve sessiz hayat enerjisi olan Chi, her yerdedir ve tüm evinizi önüne bir engel çıkmaksızın sarmalıdır. Ne çok hızlı ne de çok yavaş, bir denge içersinde akması gerekir. Eğer hızlı hareket ederse, -mesela uzun ve boş bir koridorda, ya da bir ön kapının merdivenlere açıldığı durumda- onu yavaşlatmak gerekebilir. Duvara bir ayna asmak işe yarayabilir. Hem daha genişmiş hissi yaratılır hem de Chi daha yavaşça dağılabilir. Merdivenlerin başına bir rüzgar çanı asmayı deneyin. Bu Chi'nin merdivene doğru yavaş akmasını sağlayacaktır. Bir başka yol da, mobilyaları yerleştirme şekliyle sağlanabilir. Bir odaya girdiğinizde etrafını dolaşacak şekilde mobilyaları yerleştirebilirsiniz. Aynı zamanda enerjinin dengelenmesi, eşyaların üst üste yığılmasıyla da mümkün olur. Örneğin çamaşırla, gazeteler ya da etrafa saçılmış başka şeyler. Evinizde şöyle bir yürüyüp Chi'yle ilgili problem yaşayabileceğiniz alanları gözde geçirin.
Chi eve ön kapıdan girer. Bu alanı özellikle temiz ve aydınlık tutun. Kapının arkasına bir şeyler yığmayın ve çöpü de uzak tutun. Örneğin çöpünüzü kapının yanında tutmak uygun olabilir ama Chi için iyi değildir.
Bagua
Feng Shui'nin temeli bagua'dır. Bu kelimenin anlamı "Sekiz ev"dir ve bagu evinizde bulunan sekiz bölgenin bir haritasıdır. Feng shui'nin ana ilkelerine göre; evinizin bir yerinde Chi'yi geliştirmek için yapacağınız her şey, hayatınızda da aynı alanı etkileyecektir.
Bagua, evinizdeki alanları göstererek hayatınızdaki alanlarla bağlantı kurar. Eğer kapının önünde duruyorsanız, evinize bilgi, kariyer ve arkadaşlarla destekçiler guasından giriyorsunuz demektir.
Zenginlik, ün, evlilik, aile, sağlık, çocuklar, bilgi, kariyer, arkadaşlar ve destekçiler.
Bagua Hazırlamak
Evinizde bulunan her alanın zihinsel bir haritasını çıkarın. Hayatınızda geliştirmek istediğiniz bir alan seçip bunun evinizdeki eşdeğerini kontrol ederek başlayabilirsiniz. Orada ne buluyorsunuz? Evinizde böyle bir alan var mı? Her ev bahsettiğimiz modele uymayabilir. Önce bu alanın eski, zamanı dolmuş ya da nefret ettiğiniz eşyalarla dolu olup olmadığını belirleyin. Kırılmış bir şey var mı? Kirli ya da tozlu mu? Evinizdeki ch'nin gücünü arttırmak için en iyi yol kullanmadığınız, sevmediğiniz eşyaları atmak ve geri kalanları iyice temizlemektir. Temiz ve düzenli bir eve sahip olmak, Feng Shui'nin hayatınızı değiştirmesi için ilk ve en önemli adımdır.
Düzen
Feng Shui tamamen düzenle ilgilidir. Düzeni sağlamak da, tozları yok etmek ve kullanmadığınız eşyalardan kurtulmakla olur. Evinizde şöyle bir dolaşın ve her şeye dikkatlice bakın. Tüm dolapları, çekmeceleri açın. İşinize yaramayan ve nefret ettiğiniz her şeyi atın. Bu hem sizi özgürleştirecek, hem de evinizdeki Chi'yi geliştirecektir. Atmak istemediğiniz ama kırık olan eşyalarınızı tamir edin. Atma işlemine ölü ya da yarı ölü bitkileriniz de dahildir. Evdeki tüm kağıtlarınızı gözden geçirin. Önemli olanlarını saklayın. Eski gazeteleri, dergileri, gereksiz broşür ve mektupları, kuponları atın. Önemli kağıtların hepsini de bir dolaba yerleştirin.
Evinizi temizleyin. Her yeri, buna duvarlar da dahildir. Mobilyalarınızı farklı bir şekilde yerleştirin. Perspektifinizi değişti mi? Daha pozitif bir enerji hissedebiliyor musunuz? Temiz ve düzenli evinizde yürüyün. Gördüğünüz her şey sizi mutlu etmeli ve kullanışlı olmalı.
Renklerdeki Semboller
Tanrının detaylarda saklı olduğu söylenir. Ama tapınağın ruhsal durumunu renkler belirler. Görüntü bize pek çok bilgi verir ama renk bizi daha hızlı çarpar.
Bu nedenle renklerin dekorasyonda atlanan bir unsur olması üzücüdür. Günümüzde evler, daireler; genellikle beyaz duvarlı, yerler bej tonlarında ve prefabrike mobilyalarla döşenmiştir. Geçen hafta üzerinde durduğumuz bagua, hayatınızın alanlarını gösteriyordu. Buna dahil olan diğer bir şey de, bu alanlarla birleşen renklerdir.
(zenginlik -mor), (ün -kırmızı), (evlilik -pembe), (aile -yeşil), (sağlık -sarı), (çocuklar -beyaz), (bilgi-mavi), (kariyer -siyah), (arkadaşlar ve destekçiler -gri)
Bu renklerin hepsi doğru gua'lar içinde kullanıldığında, hayatınızın o alanındaki enerjinizi yükseltecektir. Bu yazıyı okuyanlardan bazıları, yukarıdaki tabloya göre gidip tüm odayı boyamayı düşünebilirler. Ama kastedilen tam olarak bu değildir. Bunu ufak düzenlemelerle yapabilirsiniz. Mesela, chi'yi arttırmak için, zenginlik köşesine mor bir mum koyabilirsiniz. Ya da evlilik ve ilişki köşesine, bir vazo dolusu pembe gül.
Bu eşya ve renkleri seçerken içgüdülerinizin size kılavuzluk etmesine izin verin. Bunlar karşısında nasıl hissettiğiniz önemlidir. Feng Shui, kendi çevrenizdeki uyumdur. Eğer bir rengi kesinlikle sevmiyorsanız onu kullanmayın. Eğer parlak tonların cırtlak olduğunu düşünüyorsanız, daha yumuşak tonları deneyin.
Eğer biraz daha maceraperest hissediyorsanız, hatırlamanız gereken bir iki önemli nokta var: Kırmızı, sarı ve turuncu ve tonları sıcak renklerdir. Bu renkler aynı zamanda da uyarıcı renklerdir. Yeşil nötr sayılabilir. Mavi ve menekşe rengi soğuk ve sakinleştiricidir. Mesela yazın maviye boyanmış duvarlar hoş olabilir ama kışın üşüme hissi yaratabilir. Bu durumda sarı ya da turuncu tonları içinizi ısıtabilir.
Bazı renkler bazı ruh hallerini yaratırlar. Sarı bilgeliği simgeleyip zekayı uyandırırken; mavi rahatlatıcıdır. Yeşil, dengeler ve iyileştirir. Kırmızı fiziksel olarak uyarır ve turuncu hem mutluluk yaratır hem de sosyalleşmeyi kolaylaştırır. Beyaz saflığı, mor içgüdüyü simgeler. Pembe ise aşk ve sevginin rengidir. Hayatınızda, evinizdeki her odanın farklı bir rolü vardır. Kendinize hangi ruh halini aradığınızı sorun ve daha sonra bu duyguyu uyandıracak rengi arayın. Gene ufak örneklerle başlayın, bir mum ya da yastık gibi. Seçtikleriniz enerjinizdeki değişiklikle size yansıyacaktır.
FENG SHUI SÖZLÜĞÜ
feng shui: Çevrenizdeki eşyaları, hayatınızı daha iyi bir hale getirmek için beceriyle kullanma ve yerleştirme sanatı. Tamamen bir mekanda kendinizi nasıl hissettiğinizle ilgili.
chi: Çevrenize akan hayat enerjisi
bagua: 8 ev anlamına gelir. Bagua, evinizi etkisi altında tutan 8 gücün haritasıdır. Feng shui ilkelerine göre; evinizin herhangi bir alanında, chi'yi geliştirmek için yapacağınız değişik-likler, aynı zamanda hayatınızda da o alanı geliştirecektir.
gua: Evinizi kontrol eden 8 enerjinin her biri.
BİRKAÇ ÖNERİ
Evlerimiz, kapısını kapatınca tüm dünyayı geride bıraktığımız en özel mekanlarımız. Dekorasyon stiliyle, döşenmesiyle, renkleriyle bizi yansıtmalı. Aynı zamanda sağlığımızı da korumalı; peki ama nasıl ?
Bir evi ‘sağlıklı’ diye nitelendirmenin ölçüsü ne olabilir? ABD´li Feng-Shui uzmanı Jill Blake, ‘Healthy Home’ isimli kitabında bu sorunun yanıtını şöyle veriyor:
‘Sağlıklı bir ev sizin ve ailenizin sadece fiziksel anlamda değil, ruhsal olarak da kendinizi içinde mutlu hissedebileceğiniz yerdir. Öyle ki gününüz nasıl geçerse geçsin, eve döndüğünüzde tüm sıkıntılarınızı arkanızda bırakabilmeli ve rahatlayabil-melisiniz.’ Evet, ev içinde sadece içinde yemek yiyip, uyuduğumuz dört duvar arası bir yer değil, içinde sizi mutlu kılabilecek her şeyi rahatça yapabileceğiniz bir yaşam alanı olmalı. Her sabah içinde uyanmaktan mutlu olacağınız, aydınlık, sevdiğiniz renklerle sizi saran, sakinleştiren bir yerde yaşamanın ruh sağlığımız üzerinde ne kadar olumlu etkilerde bulunacağını tahmin etmek hiç de güç değil.
* Bulunduğunuz mekanların her zaman temiz, ferah olmasını ve güzel kokmasını sağlayın.
* Taze çiçekler bulunduğunuz mekana Yang enerjisi getirecektir. Ama solan cansız çiçekler Yin enerjisine dönüşür. Bu yüzden ölmek üzere olan çiçekleri canlı ve taze çiçeklerle değiştirin.
* Pencerenizden baktığınızda gördüğünüz binaların keskin kenarları gibi kötü manzaraları perde ya da storla kapatın.
* Chi'nin akışını engellememek için, geçiş alanlarını mobilyalarla doldurmayın.
* Chi'nin kaçıp gitmesini engellemek için tuvalet kapılarını ve klozet kapaklarını kapalı tutun.
* Çalışma masanızı ya da koltuğunuzu, sırtınız duvara gelecek şekilde yerleştirin. Bu, dışarıdan gelecek sürprizlere hazırlıklı olmanızı sağlayacaktır.
* Giriş kapınızın üstüne, dışarıdan gelecek kötü enerjileri geri yansıtması için bir ayna asın.
* Giriş kapınızın üstüne, dışarıdan gelecek kötü enerjileri geri yansıtması için bir ayna asın.
* Uzun koridorlarda chi çok hızlı hareket eder ve yararsızlaşır. Chi'yi yavaşlatmak için bu tarz mekanlara rüzgar çanları asın.
* Uzun koridorların sonundaki yatak odaları ya da ofisler, dar alanda hızlı akan güçlü, yıkıcı enerjiden olumsuz etkilenir. Bu tür odaların kapılarını, batı ya da kuzeybatıya bakıyorsa kırmızıya, güneye bakıyorsa maviye, doğuya ya da güneydoğuya bakıyorsa beyaza, güneybatı ya da kuzeydoğuya bakıyorsa yeşile boyayarak bu etkiyi engelleyin.
* Mutfakta fırın ya da ocağı, musluk ya da buzdolabı yanına yerleştirmeyin. Ateşle su elementinin çarpışması uyum-suzluk yaratacaktır.
* Kesinlikle iki aynayı karşılıklı gelecek şekilde yerleştirmeyin.
* Herhangi bir su forumu, ana giriş kapısının sol tarafında bulunmalıdır. Bu, evli çiftlerin ilişkisini garantileyecek, gözleri dışarı değil içeriye yönel-tecektir.
* Ofisinizde ya da çalışma odanızda açık raflı kitaplıklar kullanmayın.
* Çalışma masanızın tam önünü boş tutun. Buraya konan herhangi bir dosya, gereç ya da obje, şansınızı olumsuz yönde etkileyecektir.

Japonya’da İslam
Dünyadaki diğer ülkelerle mukayese edildiğinde Japonya’nın İslam’la tanışması oldukça yenidir. 1868’den önce Japonya ile İslam arasında ne kayıtlarda açık bir ilişki nede diğer ülkelerdeki Müslümanlarla Japonlar arasındaki münferit düzeydeki ilişkilerin dışında dini propaganda vesilesiyle İslam’ın Japonya’ya gelişine ilişkin tarihi izler mevcuttur.
Japonlar İslam ile ilk defa 1877 yılında Batılı dini düşüncelerin bir parçası olarak tanışmışlardır. Yine aynı dönemde Hz. Muhammed’in hayatı Japonca’ya tercüme edilmiştir. Fakat bu yalnızca bir bilgi ve kjültürel tarihin bir parçası olarak kalmıştır.
Japonların İslam ile tanışmalarında en önemli tarih 1890 yılında Ertuğrul Fırkateyni’nin Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında diplomatik ilişkilerin başlaması nedeniyle Japonya’ya yaptığı ziyaret ile olmuştur.
Ertuğrul Fırkateyni’nin dönüşte batması ve 540 Türk denizcinin feci bir şekilde can vermesi ilişkilerin geliştirilmesinde önemeli bir rol oynamıştır. Bilinen ilk Japon Müslüman 1909 yılında Müslüman olan ve ismini Ömer Yamaoka olarak değiştiren Mitsutaro Takaoka ve ticari amaçlarla Hindistan’a giden ve burada Müslüman olan adını da Ahmet Ariga olarak değiştiren Bumpaçiro Arigo’dur. Son yıllarda yapılan araştırmalarda ortaya çıkan diğer bir Japon Müslüman ise Ertuğrul Fırkateyni kazasından dolayı Türkiye’ye ziyarette bulunan ve Abdul Halit ismini alan Torajiro Yamada’dır.



Tokyo Camii

I. dünya Savaşı sırasında meydana gelen Bolşevik devriminden kaçan birkaç yüz Orta Asyalı Türkün Japonya’ya iltica etmesi azda olsa Japonya’da Müslüman bir topluluğun oluşmasına neden olmuştur. Son yıllara kadar Japonya’daki en büyük İslami grup Türklerdi.
Japonya’da ilk cami 1935 yılında yukarıda belirttiğimiz müslüman grup tarafından Kobe’de yapılmıştır. Ayrıca 1938 yılında Tokyo’da diğer bir cami inşa edilmiştir. İlginç bir nokta da bu camilerde hiçbir dönemde Japon bir kişi imamlık yapmamıştır.


Japonya Örneğinde ‘Modern Aydın’ın Öncesi ve Sonrası

SALİH SELÇUK
ATSUKO FURUKAWA *

1860 yılının 24 Mart sabahı, Shogun naibi İi Naosuke Kamon-no-Kami, tipi halinde yağan kara aldırış etmeden 400 silahlı adamıyla birlikte Shogun’un sarayına doğru yol almaktadır. Japonya’yı Batılı ülkelere açmak konusunda kilit rol oynamış olan naib, birazdan, ülkenin en güçlü kişisinin karşısına çıkacağı için adamlarına tören giysileri giymelerini emretmiştir. Tipide birden ortaya çikan 17 samuray, kafiledeki herkesi haklar ve İi Naosuke’nin de başını uçurur. Olayı ayrıntılarıyla yazan Joseph Heco, 17 savaşçının böyle bir fırsatı aylarca beklediklerini ve buna çok iyi hazırlandıklarını anlatır. (1)

Bu, sıradan bir saldırı değildir. Saldıran 17 savaşçının amacı sadece İi Naosuke’yi öldürmek değildir, birlikte kaleme aldıkları bir manifesto vardır yanlarında ve orada şunlar yazmaktadır: ‘Barbarlarla ticari ilişkiler kurmak, bu barbarları saraylarda karşılamak, onlarla anlaşmalar yapmak, ülkemizin çıkarlarına aykırıdır ve bizim onurumuzu lekelemektedir. (…)’ (2) Burada, ‘barbar’ (gaijin) diye niteledikleri, Batı’dan gelen sömürgecilerdir. Başka bir Japon, onların gelmesi ile birlikte yerel ekonomideki yıkıcı değişiklikleri şöyle anlatır: ‘Barbarlarla yapılan ticaret her geçen gün daha da arttı ve herşeyin fiatı yükseldi. Çalışkan olanlar fakirleştiler.’ (3) Samurayların saldırısının nedeni bu kadar da değildi. ‘Mississippi’ gemisiyle birlikte Japonya’ya taşınan kolera, daha iki yıl önce ikiyüz bin insanın canını almıştı.

Japonlar’ın ‘Kara gemiler’ diye tanıdığı, Albay Perry’nin komutasındaki savaş filosu, Japon sahillerini topa tutarak Japonya’yı 1853’ten itibaren, Batılı düşünceye açılmaya, Batılılar’la ticaret yapmaya zorladı. Bu gelişmelerin ardından başlayan Meiji reformları (4) sırasında, savaşçı samuraylar gereğinde top/tüfekle yokedildiler. Ama Batı’nın herşeyi kabul edilip alınırken bile Batılılaşma, kontrollü bir şekilde yukarıdan aşağıya doğru uygulanan sıkı bir devlet politikasıydı. Sloganı ise, ‘Japon ruhu, (artı) Batı yeteneği’ (Wakon yosai) idi.

Fransız İhtilali ve Ekim Devrimi gibi büyük olaylar, modern Batılı aydına maledilirken, modern Japon aydını, Meiji reformlarının 1888’e kadar olan döneminde ortaya çıkmıştır (5) ve asla benzeri büyük olaylarla ilişkilendirilmez ve Batı’daki hemcinslerinin tersine hiç bir zaman güçlü olmamıştır. Japonya’da daha o zamanlar, modern/rasyonal düşünceyi aşmayı hedefleyenler vardı ve bu bağlamda ortaya çıkan ‘Japonya’ya dönüş’ (Nihon kaiki) fikri, toplumdaki etkisini yüz yıl kadar sürdürmüştür. Japon kültürü, diğer Doğu kültürleri gibi irrasyonal yanı ağır basan bir kültürdür ve bu Japonca dilinde de açıkça görülür. (Türkçe gibi bir Ural-Altay dili olan) Japonca bir Batılı için; son derece muğlak, absürd ve sezgilere önem veren bir dildir. (Ancak Japonlar, rasyonalizmin zorlamasına uyarak irrasyonal dillerinin/kültürlerinin yanında, Meiji döneminden beri son derece rasyonal bir bilim diline de sahiptirler ve birbirina tamamen zıt görünen bu ikisini bugün bir arada rahatça kullanmaktadırlar.)

Kitapların artık elle yazılmayıp basılmaya başlandığı dönemde, dünyada yeni bir tip düşünce tarzı yayılmaktaydı. Bu yeni düşünce tarzı, dünyayı anlamak için aklı esas alan, heşeyi parçalara ayırarak parçalar halinde inceleyen (ele alan), maddeden başka kuş tanımayan, mekanik düşünce tarzıdır ve doğası gereği kitabî bilgiye dayanır (kitabi olmayan tasavvufi/mistik/esrik/sezgisel bilgiyi ve bu yollardan varılan bütün sonuçları reddeder). "Bir yerde ne kadar çok yazılıp okunuyorsa, ne kadar çok kağıt tüketiliyorsa orası o kadar ileridir/gelişmiştir/zarttır/zurttur" önyargısı, bu mekanik düşünce tarzının tek düşünce tarzı sayılmasından kaynaklanır. Bugün dünyanın heryerinde, tarihte hiç olmadığı kadar çok okunup yazılıyor, ama o "okumuşlar", o sonsuz kâğıt tarlasının içinde global çevresel/sosyal felaketlere doğru, bilimsel bilimsel ilerliyorlar.

1453’den,17’inci yüzyıl ortasına kadar süren dönemde şekillenen bu düşünce tarzına kısaca ‘Rasyonal düşünce tarzı’ deniyor. Rasyonal düşünce tarzı, kurukuruya kullanılmadığı takdirde elbette kötü değildir. Saf/katışıksız (seküler) haliyle tarihte uç bir istisna teşkil etse bile, gene de düşünce tarihine bir katkı sayılabilir. Kötü olan şey, onun tek/doğru düşünce tarzı olduğunun (topla/tüfekle/roketle!) bütün dünyaya dayatılıp, insanlığın onbinlerce yıllık doğal düşünce biçimlerinin/tarzlarının önce "cehalet" ilan edilip baskı altına alınması ve sonra Aydınlanma/rasyonalizm/kapitalizm adına yok edilmesidir. Bu elbette tam anlamıyla başarılı olamamıştır ama insan ruhunda muazzam tahribat yapmıştır. Bugün ‘düşünce’ denince aklına önce Descartes gelenler, işte bu tahribatın çağdaş temsilcileridir. Bugün ise, son üçyüz yıllık rasyonal düşünce döneminde insanın neyi kaybettiğini içgüdüleriyle de olsa hissedenler, tütsülü/mumlu apartman dairelerinde taytlarıyla bağdaş kurup "meditasyon" falan yaparken "beynimizin tek tarafını değil, hem sağ hem de sol tarafını kullanalım" cinsinden cümleler kuruyorlar. İşte modern/rasyonal insan böyle yarım akıllıdır. Aklının yalnız rasyonel düşünen tarafını kullanır. (Ama -Tanrı’ya şükür- yarımlığını yavaş yavaş farketmektedir) Peki kaybedilen diğer yan nedir?

Ünlü İranlı filozof Dâryûş Şâyegân, bunu şöyle anlatıyor: ‘Asya’da bir bilgenin sahip olduğu değerle Batılı bir bilgine duyulan saygı bir değildir. (…) Bu bilge insanların çeşitli türleri arasındaki ortak yön, özgürlük, kayıtsızlık ve minnetsizlikti. (…) Aydın, Asyalı bilgenin sahip olduğu hürmete sahip değildir. (…) İran, Hint, Çin ve Japon manevi deneyiminin künhüne inecek olursak; (…) ortak bir manevi deneyim cevherinden söz etmenin mümkün olduğunu görürüz. Bu ortak cevheri belirleyen şey, bu uygarlıkların hepsinin bir şekilde farkında oldukları seçkin bir amaç olmuştur ve bu amaç kurtuluş ve özgürlüktür. (…) Gerçekleşme tarzı, (…) mistik deneyimle yoğrulmuş bir halde olmuştur: Bu deneyim ister Japon için satori, ister Hindu için mokşa, ister Çinli için Tao’da yok olmak, ister Müslüman ve İranlı için fenâ fillâh olsun.’

Enternasyonal bir sözcük olan ‘entellektüel’, (Türkiye’de yaygın kullanılan şekliyle ‘aydın’); ‘genellikle öğrenim görmüş, çok okumuş, kültürlü, bilgili, görgülü, ileri ve açık düşünceli, kendisi aydınlanmış (?) olduğu için çevresini de aydınlatabilecek nitelikte olan kimse’ diye tarif ediliyor. (7) Entellektüel, ‘idrak eden kişi’ anlamında bir söz  ve doğrudan ‘akıl’a atıfta bulunuyor. Dünyada "entellektüellerin" hemfikir olduğu şekliyle (klasik anlamda) ‘aydın’, Aydınlanma’nın ürünü seküler/rasyonal düşünceyi ve onun klasiklerini yutmuş, o fikrin temsilcisi modern akıllı-okur-yazar anlamında kullanılmaktadır.

Japonca’da, ‘aydın’ sözcüğünün karşılığı olarak birçok sözcük kullanılıyor: ‘Bilgili şahsiyet’, ‘Eğitimli kişi’ gibi sözcükler bunlar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrasının aydınına ‘chishikijin’ deniyor ama Batı dillerinden esinlenerek kullanılan ‘interi’ diye de bir sözcük var -ki mürekkep yalamış herkesi ifade edebiliyor. Bundan daha ilginç olanı, küçümseyerek söylenen ‘bunkajin’ (kültürlü insan) diye başka bir sözcük (Bu sözcüğü Türkçe’ye ‘Entel’ diye çevirebiliriz). Daha çok, medya güllerine verilen bir ad bu. "Sistemin akıllısı" anlamında kullanılan ‘entellektüel’ sözü Japonya’da ve Türkiye’de halk arasında, daha çok negatif/itici çağrışımlar yapan bir sözcük ve yuvarlanarak ‘entel’ haline getirilmesinin (küçültülmesinin) -bizce- başka köklü nedenleri de var. Bu nedenlerin başında; ‘aydın/entellektüel’ -her kim ise- onu tanımlayan kişinin de, gene kendisi, yani bizzat ‘aydın/entellektüel’ olmasıdır. Bu tavır bile, Doğu’nun (ve Batı’nın) mütevazi bilgesine ve insanına tamamen testir. Bu nedenle Japonya’da "ben aydınım" diyen sevilmez. (Eskiden Türkiye’de de böyleydi) Rasyonal düşüncenin dünyanın tamamına hakim olmasına rağmen, Doğu ve Batı aydını arasında önemli farklılıklar var. Dimitri Kitsikis, dünyayı sosyopolitik bakımdan Batı, Doğu ve Ara bölge olarak üçe ayırır (Ara Bölge en genel anlamda: Müslüman ve Ortodoks-Hristiyan dünyasıdır. Yani, Balkanlar’dan Çin’e ve Hindiçin yarımadasına ve Indüs nehrine kadar uzanan bölgedir. Güneyde de Kuzey/Orta Afrika’yı içerir). (9) Kitsikis sosyopolitik alana yoğunlaşır ama bu ayrım, düşünce tarzlarının farklı kalitelerine de işaret etmektedir. İnsanın ruh/düşünce coğrafyasına değinirken iki ana bileşkenden sözedebiliriz: Rasyonel ağırlıklı olan (Batı) ile irrasyonel yanı çok güçlü olan (Doğu). Bügünkü haline göre biraz basitleştirecek olursak: Batı düşüncesinin tamamına yakını rasyoneldir; Doğu düşüncesinin ise rasyonel yanı ile birlikte/birarada bir de irrasyonel yanı bulunur. Kitsikis’den başka kimsenin değinmediği Ara bölge ise, Doğu ile Batı’nın sentezlendiği bölgedir. Kitsikis, Ara bölgenin diğer ikisinden farklı olduğunu söyler ama Ara bölgenin asıl farkının, göçebe-kültür kökenli insanların yoğun etkisi altında şekillenmiş olduğu konusuna girmez. Rasyonalizm, insan doğasının (birarada varolması gereken) rasyonal/irrasyonal faktörü arasına yüksek duvarlar örmekte, bir tarafı (rasyonel) ‘Bilimsel’, diğer tarafı (irrasyonel) ‘Sanatsal’ gibi sığ/yapay kategorilere sokmaktadır. Oysa bu ikisi, Taoizm’deki Yin ve Yang (10) gibidirler. İkisi de birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen, birbirini tamamlarlar. Bu, Doğu felsefesinin temel taşıdır ve tarihin en materyalist Çinlisi Mao Zedung tarafından bile, ‘Zıtların Birliği’ adı altında, Doğu’da sosyalist teoriye sokulmuştur.

Japonya’da klasik rasyonal aydın’ın zirvelerden düşüşü, daha soğuk savaş döneminde başladı. 90’lı yıllarda ise Japonya’nın (ve Türkiye’nin) endüstri/medya toplumu olması ile birlikte aydın, her türlü otantik/özgün özelliğini bir kenara atarak, televizyonun sığ/aptallaştırıcı çerçevesine sığmaya çalışmış ve okumuş kitleleri eğlendiren entel-enterteynere dönüşmüştür. Ayrıca, modern ütopyaların çökmesi nedeniyle rasyonal aydın, her türlü gelecek perspektifini yitirmiştir ve dayanacak sağlam zemini göçmüştür.

Bugünkü haliyle rasyonal aydın, medyaya günlük malzeme üreten, yüksek maaşlı yazı/laf işçisi haline gelmiştir. Söylediği ahım-şahım hiçbirşey yoktur. (Zaten yazıp konuşmaktan, düşünmeye/hissetmeye/okumaya pek zamanı kalmamaktadır) Şimdilik tek avantajı, yazan ile okuyan arasındaki malum asimetrik durumdur. Yani birşeyler yazan kişi odur ve millet de gazete okumaya alışkın olduğundan, alıp onu okumaktadır. Tabii bu klasik asimetri, internet sayesinde hızla bozulmaktadır. Artık herkes biryerlerde yazabilmekte ve iyiyse okunmaktadır. Bu nedenle, medyada göründüğü için otomatikman aydın sayılan medya enterteyneri ve rasyonal köşe yazarına, bugünkü şekliyle orta vadede gerek kalmayacaktır.

Japonyada medya entellektüelinin yeni prototipi, son dönemde ‘mistik entellektüel’ diye adlandırılan bir gruptur. Bunlar, düşüncenin rasyonal yanından çok irrasyonal/mistik yanından yola çıkan, Zen Budizm (11), Hint düşüncesi, Şinto (12) gibi konularda gerçek anlamda derinliğe sahip yaşlı-başlı kişilerdir. Fakat sistemin ekonomik yanıyla ilgilenmemektedirler. Sistemin teorik anlamda iflasının her geçen gün daha da belirginleştiği günümüzde Doğu aydını, özellikle son Asya (ekonomik) krizinden beri önemli bir değişim göstermektedir. Soğuk savaş döneminde ve 90’lı yılların ilk yarısında, aydınlar tarafından adeta kutsal bir şeymiş gibi kayıtsız/şartsız uygulanan/savunulan Batı tipi klasik demokrasi ve Batılı değerler, yerel özelliklerle harmanlanmaya başlandı. Bu, henüz çok belirgin değildir ama Doğu’daki esas eğilimin istikametine işaret etmektedir. Yakın zamana kadar global bir yönetim şekli olan şabloncu demokrasi ve Batılı değerler, global kapitalist ekonominin sallanmaya başlamasıyla birlikte bunlardan uzaklaşılıyor ve uzaklaştıkça yerel demokrasilerin özgüvenleri de artıyor. Sorunları çözmek için heryerde, eski bölgesel/yerel siyasi/tarihi deneyimlerden, eskiye oranla daha fazla yararlanılmaktadır. Örneğin Japonya’da seçim öncesi kulis arkası çalışmaları, sonuçlarda daha belirleyici olmaya başlarken, Çin’de (ve Vietnam’da) Komünist Parti’nin siyasi kontrolü daha yerel (özellikler taşıyan) ve (buna rağmen) özgürlükleri kısıtlamayan yöntemlere başvuruyor. Bu gidişle, klasik şabloncu Batı demokrasisi ile yerel özgün demokrasiler arasındaki farklılık gittikçe daha belirginleştirecektir. Bu süreçte ortaya çıkan ‘Düşünen/hisseden, ruh sahibi mütevazi kişiler’, global sistemi; yerel/eski değerlere dayanarak, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru aşmaktan yanalar.

Bu insanların duyarlı olduğu konu şunlar: Dünya’da çevre kirliliğinin ve ekonomik/sosyal bozulmanın geri döndürülemez sınırlarına gelinmek üzeredir. Eğer bundan yirmi sene sonra da temiz hava solumak, temiz su içmek, iklimlerin bozulması gibi kökten felaketler yaşamak istemiyorsak; global kapitalist sistemi, onun para sistemini ve insanların her türlü doğal kaynağı tüketen işmahkumu/parabağımlısı modern yaşam tarzını aşmak zorundayız. Artık popülizmin hiç bir anlamı kalmamıştır. Bu dünyada zengin/fakir/doğulu/batılı herkes aynı havayı soluyor. Doğal yaşam koşulları ortadan kalktıktan sonra paranın/çalışmanın ne anlamı olabilir?

Bu global yaşamsal-sorunu aşmak için, ruh coğrafyasının üç bölgesinin üç aydın tipi, güçlü oldukları üç farklı tarzda hepbirlikte, insanlığın bütünü ve tüm kutsal değerleri adına, yapıcı ve özgürlükçü bir çaba göstermelidirler. Zaman aleyhimize işliyor. Bu yüzden eleştirinin dozu yüksek olmalı ve hiç bir popülist, medyalamacı, sığ/dar çerçeveye girmemelidir. Sizce de artık kendimize gelmenin, kültürcü modern ayrı-gayrılıkları bir kenara bırakmanın, bıcırık bebişleri ve bir yeryüzü cennetinde yaşamasını istediğimiz gelecek nesilleri düşünmenin zamanı gelmedi mi?

alıntıdır
Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/japon-dili-ve-edebiyati/420-japonyada-din-ve-felsefe.html#ixzz21MQwtRAE (http://www.msxlabs.org/forum/japon-dili-ve-edebiyati/420-japonyada-din-ve-felsefe.html#ixzz21MQwtRAE)
Başlık: Ynt: Japonya'da Din ve Felsefe
Gönderen: demkir - 15 Eylül 2012, 17:27:20
cok uzundu ara ara okudum ama konu için saol