İletileri GösterBu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz Konular - Kızıl Şaman
Sayfa: 1
1
Fan Fiction / Siyah ve Beyaz« : 27 Mayıs 2013, 11:36:29 »
1 dakikada kurgulayarak oluşturduğum tek bölümlük kısa bir hikayeyi paylaşmak istedim, umarım beğenirsiniz arkadaşlar.
Aslında bu hikayeyi, bir arkadaşın manga çizmesine yardımcı olmak için yazmıştım, onun isteği doğrultusunda kısa ve ayrıntısız oldu. Hatta şu ana kadar yazdığım en kısa hikaye oldu (click to show/hide) Caddenin ortasında, yağmurun kaygan hale getirdiği yolun üstünde elinde parlayan kılıcı ve sırtında beyaz kanatları bulunan bir adam duruyordu. Adamın saçları beyaz renkteydi, gözlerinde bile bir renk yoktu hatta. Renksiz gözlerini, karşıya, düşmanının bulunduğu noktaya dikti. Düşmanıda baktı "Kuro!" dedi "Yeter artık, hemen bu saçmalıktan vazgeç! Artık başka bir geçit açacak gücün kalmadı!". Kuro, karşısındaki adamın yüz hatları ve vücud ölçüleri bakımından tamamiyle aynısıydı. Ama saçları tamamiyle siyahtı. Ve elindeki kılıcından da parlak bir ışık yerine, görenlerin içine kadar işleyecek soğuk bir karanlık vardı. Ve kanatları, kanatları beyaz değildi, tam aksine bir yarasanın kanatları gibiydi ve siyahtı. Kuro yüzüne değen yağmur damlalarını hissedebiliyordu, artık daha fazla kaçamazdı. Kılıcını daha sıkı kavrayarak "Seni hiç anlayamıyorum shiro" dedi. "Neden her zaman insanları korumak zorundasın. Artık insanların doğasını anlamadın mı! Onlar bu evrendeki en değersiz varlıklar!". Shiro, karşısındaki kişiye yüzünde bir acıma hissiyle baktı. Shiro'nun görevi, zaman boyunca yaşamak ve insan oğluna tehdit oluşturabilecek varlıkları yok etmekti. Bu nedenle büyük güçlere sahipti. Ama görevi dolayısıyla insanlara çok yakın olduğu için bazı insani duygularda oluşmuştu içinde. İstediklerini yapmakta serbest olan insalara karşı kıskançlık, öfke, nefret gibi duygular hissetmişti. Kendisi cennetin emirlerine karşı gelemezdi, çünkü emirleri yerine getirmek için yaratılmıştı. Ama insanlar, doğduklarından itibaren binlerce günah işlemiş insanlar serbestti. Shiro buna bile zar zor dayanırken, zaman ilerledikçe, içi kararmış, yalancı, dolandırıcı insanlar yükseldiler. Kurumları, hatta devletleri yönetmeye başladılar. Yozlaşma gün geçtikçe arttı, cinayet, tecavüz gibi iğrenç suçları işleyenler sokaklarda serbestçe gezmeye başladı. Yalan söylemek doğal görünmeye başladı. Shiro'nun içindeki karanlık duygular öyle güçlü olmuştuki, sonunda kendine bir vücut ve bir bilinç kazandı. İşte Kuro'nun oluşumu böyleydi. Kuro insanlar'a olan nefretini çıkartmak için dünyanın her yerinde katliamlara başlamıştı. Ve Shiro'da onu durdurmak için sayısız kes Kuro'yla savaşmıştı. İşte, artık son savaşın zamanı gelmişi. Kuro, Shiro'ya bakarak "Zaten şu ana kadar onlar için yeterince savaşmadın mı!" diye bağırdı. "Ama karşılığında ne aldın, hiçbiri senin ismini hatırlamıyor, hergün birbirilerini öldürüyorlar, geçen her saniye dünyaya daha da zarar veriyorlar, sence de artık yok olma zamanları gelmedi mi?" Shiro gülümseyerek "Belkide haklısın" dedi. "Ama ben gene de onları savunmak istiyorum". Kuro bu sözü duyduğunda bağırarak kılıcını Shiro'ya doğru savurdu, ve ikisi etraflarındaki caddeyi harap edecekleri bir dövüşe başlamıştı. Shiro, Kuro'nun kılıç hamlelerinden kurtulmak için kanatlarını açıp uçtu, ama Kuro'da uçarak onu takit etmeye başlamıştı. İkilinin dövüşü havada devam ederken Kuro gülümseyerek "Biliyorsun, ben senin bütün güçlerine sahibim" dedi. "Bu dövüşü ikimizde kazanamayız. Boşuna gücünü harcıyorsun". Shiro yine yüzüne üzgün bir ifade yerleştirmişti. "Hayır dedi, "Eğer geçmişteki gibi savaşırsam yenemem, ama artık senin gücünü nereden aldığını anladım!". Bu sözler Kuro'yu şaşırtmıştı, Shiro ise sözlerine devam ediyordu. "Gücünü insanlara olan nefretinden alıyorsun" dedi. "Benim tek yapmam gereken bu nefreti yok etmek". Kuro bir kahkaha patlattı. "Çok yazık! Benim insanlara olan nefretimi yok etmen imkansız!". Shiro gülümseyerek "Tam aksine" dedi, "Çok kolay, çünkü seni anlayabiliyorum. Bütün bu savaşlarımızdan sonra seni çok iyi anlayabiliyorum Kuro. İnsanlardan nefret ediyorsun, çünkü onları çok seviyorsun". Kuro'nun gözleri irice açıldı. "Sen delirmişsin" dedi, insanları sevmek mi?". Ama Shiro ona aldırış etmeden sözlerine devam ediyordu "İnsanları öyle çok seviyorsun ki, en kötüleri yüksek konumlarda halka emirler yağdıdığı için sinirleniyorsun. İnsanları öyle çok seviyorsun ki, böyle iğrenç bir toplumda isyan etmeden yaşadıkları için onlara kızıyorsun. Kuro, onlardan nefet ediyorsun, çünkü onları çok seviyorsun. Bunu sende biliyorsun kuro!". Kuro daha da sinirlenerek "Saçmalık" dedi. Ama vücudundaki gücün kaybolmaya başladığını, varlığının silikleşmeye başladığını hissedebiliyordu. Elleri titremeye başlamıştı. Shiro, kılıç tutan elini ağırca indirerek Kuro'ya yaklaştı. "Kuro" dedi elini onun omzuna koyarak "Sen de biliyorsun, beyaz ren çok çabuk kirlenebilir, ama ne kadar kirlenirse kirlensin asıl rengi hep beyaz olarak kalır". Kuro'nun varlığı yok olmaya başlamıştı. Shiro'ya bakarak başını yana eğdi. Gözyaşları yanaklarından aşağıya süzülüyordu. Tamamen yok olmadan önce ıslak gözlerle "İnsanlardan nefret ediyorum" dedi. Ve sonra varlığı bu evrenden silinmişti. Shiro boş gözlerle az önce Kuro'nun bulunduğu yere bakarak "Merak etme Kuro!" dedi. "İnsanlar ne kadar kötü olursa olsun, her seferinde işleri düzeltmenin bir yolunu bulabiliyorlar"... 2
Fan Fiction / Öngörü« : 31 Aralık 2012, 16:41:46 »
Fanfiction yarışmasına katıldığım hikayenin konusunu burdan açarak hikayeye devam etmek istiyordum. Konuyu bu gün açmak nasip oldu. İlk bölümü buraya koyuyorum. İkinci bölümünü yazmaya şu an için sağlığım el vermiyor. Allah'ın izniyle iyileşirsem hikayeyi devam ettireceğim...
(click to show/hide) Yazardan Okuyucuya; Arkadaşlar, biraz uzun bir hikâye olduğunu biliyorum. Ama en kısa bu kadar yazabilirim. Bir de, sizden gerçekten okumanızı rica ediyorum. Oy vermeseniz bile, okuyup nereleri beğenmediğinizi belirtmeniz benim için çok önemli. Son olarak, hikâyeyi böyle bitirmemin nedeni, çok bölümlü bir hikâye olarak planlamam. Yani beğenirseniz devamı gelecek… Not; Renkli yazıyla yazılmış kısımlarda, ana karakter okuyucuya seslenmektedir… 1.Bölüm; Kiraz çiçeği ağaçlarından dökülen pembe yaprakların kapladığı yolda bir öğrenci, tüm hızıyla koşuyordu. Ağzındaki kızarmış ekmeği ve dağınık turuncu saçlarıyla okula yetişmeye çalışıyordu. Okulun kapısından hızla geçti ve ağzındaki son parça ekmeği de yutup, elinin tersi ile dudağının kenarındaki kırıntıları sildi. Okul binasına girdikten sonra merdivenleri ikişer ikişer atlayarak ikinci kata çıktı. Sonra bir sınıfın kapısının önünde durdu ve kapıyı hızlıca açtı. Öğretmen çocuğa sert bir bakış atarak “Yerine geç Takehama!” dedi. “Merhaba! Ben Takehama Kio. Doğu Fuwaka Lisesi, 2-3 sınıfı öğrencisi. Turuncu saçlı, açık yeşil renginde gözlere sahip, ortalama boylarda sıradan bir Lise öğrencisi… Tamam! Son kısım yalandı. Pekte sıradan biri sayılmam aslında…” Takehama sessizce yerine oturdu ve çantasından kitabını çıkartarak sırasının önüne koydu. Sıkıcı geçen dersin son dakikalarına gelindiğinde, öğretmen masasının üzerinde duran kâğıtları alarak öğrencilerin sıralarının üzerine koymaya başladı. Bunlar, geçen hafta olan İngilizce sınavının sonuçlarıydı. Öğretmen sınav kâğıtlarını sıraların üzerine koyarken, biryandan da sonucu okuyordu. Sawada;75, Ayoshi;67, Kurono;70, sıra Kio’ya geldiğinde öğretmen gözlüğünü hafifçe indirerek ona baktı. Kio ise çok rahattı. Başını sıranın arkasına yaslayarak “Sensei, benimkini söylemenize gerek yok” dedi. “Nasıl olsa herkes kaç olduğunu biliyor”. Öğretmen bu söze bozulduğunu belli eden bir şekilde Kio’nun sınav kâğıdını sıranın üzerine koydu, “Takehama;100” derken memnuniyetsiz bir tavırla. Sınıftaki herkes Kio’ya baktı. Okulda şu ana kadar olduğu tüm sınavlarda aynı notu almıştı Kio. Ayrıca arkadaşları onu hiç ders çalışırken görmemişti. Bu nedenle sınavlarda nasıl bu kadar yüksek not aldığını herkes merak ediyordu. Öğretmenleri ona, daha iyi bir Liseye gitmesini önermişlerdi. Ama Kio, bu önerileri hiçe saymıştı. Okulda ona Dahi denilmeye başlanmıştı artık. Öğrencilerin bakışları hala Kio’nun üzerindeyken, Kio hemen yanındaki Kanea Daichi’ye baktı. Altın sarısı saçları ve mavi gözleriyle, okulun en yakışıklı çocuğu olan Daichi, Kio’nun en yakın hatta tek dostuydu. “Sen kaç aldın?” diye sordu ona doğru eğilerek. Daichi kâğıdını Kio’ya gösterdi. “55” dedi sırıtarak. Kio gülmemek için ağzını kapattı. Daichi onun kulağına eğilerek “Sendeki yetenek bende olsaydı, emin ol bende her sınavdan 100 alırdım” diye fısıldadı sinirli bir şekilde… Son ders saatine gelindiğinde sınıftaki herkes yorgundu. Dersin ne zaman biteceğinden başka bir şey düşünmüyordular. Daichi ve Kio boş gözlerle tahtada bir şeyler yazan öğretmene bakıyordu. Aynı anda ikisi de cep telefonlarının titrediğini hissettiler. Kio öğretmene görünmeyecek bir şekilde telefonunu cebinden çıkarttı ve baktı. Bir mesaj gelmişti. Kio mesajı açtı. Mesajda “Yer; Fuwaka bölgesi, Kondou Caddesi. Görev; 20 kişilik Kuro takımı. Görevli Birlik; Fuwaka Doğu Timi. Başarılar, Crow…” yazıyordu. Daichi ve Kio, birbirilerine baktılar. İkisi de aynı mesajı almıştı. Kio arkadaşına bakarak “Anlaşılan bu akşam da eve erken dönemeyeceğiz” dedi. Daichi ise bunu başıyla onaylamakla yetindi. Kio önüne dönerek “Kız kardeşim bu sefer beni kesin öldürecek” diye mırıldandı… “Size Normal bir öğrenci olmadığımı söylemiştim. İşin gerçeği, bazı psişik güçlere sahibim. İnsanların düşüncelerini okumak gibi mesela. Ve bu güçler sadece bende değil, Daichi’de de var. Onun yeteneği ateşi kontrol etmek. Bu yetenekleri nasıl kazandığımıza gelirsek, inanın onu bende bilmiyorum. Sanırım ortaokula giderken başladı bu yeteneği kullanmam. Daichi’nin durumu da aynı. Onunda yeteneklerini nasıl kazandığı hakkında en ufak bir fikri yok. Ah! Ama bilen birini tanıyorum. Crow denen şu adam. Bize durmadan telefondan emirler yağdırarak bizi yöneten, bütün psişikleri bir araya toplayan adam. Japonyadaki bütün psişikleri bulabilen bir adam. Bizi bir araya getirdi ve birliklere ayırdı. Böylelikle, Psişikleri yani bizleri avlayan gizli hükümet askerlerine karşı savaşımız başladı. Ve bizde bu savaşın içinde yerimizi aldık. Hayatta kalmak için, Kuro adını taktığımız, hükümetin kurduğu özel birliklere karşı savaşıyoruz. Ve bu savaştan Normal insanlar habersiz. Biz neredeyse her gece sokaklarda katliam yaparken, onlar günlük yaşantısını devam ettiriyor. Tabii şimdilik, çünkü gelecekte işler çok değişecek. Güvenin bana… Bu arada bir de şu Crow konusu var tabii. İnanın bana o adamı bir elime geçirsem, bizi bu saçma işe bulaştırdığı için yapmadığım işkence kalmayacak ona. Ama bunlar şu an için önemli değil tabii. Neyse, siz konudan fazla sapmadan ana hikâyeye dönün…” Saat; 20.05, Yer; Fuwaka Bölgesi, Kondou Caddesi… Kio ve Daichi kimsenin kullanmadığı eski ve dar yollardan geçerek sonunda Kondou Caddesine varabilmişti. Buraya girmeleri, etrafı güvenlik şeridiyle kapayıp, caddenin olduğu bölgeye girişi yasaklayan polis ekipleri nedeniyle oldukça zor olmuştu. Bölge tamamiyle boşaltılmıştı, polisler bu bölgede bir gaz sızıntısı olduğunu söylüyordu. Ama bu halka gösterilen nedendi. Asıl neden, psişik güçler kullanan bazı insanların bu bölgede olmasının bilinmesiydi. Kio ve Daichi, bu nedenle gizlice girmişlerdi. Caddede biraz yürüdüler. Hava karanlıktı ve caddedeki hiçbir sokak lambası yanmıyordu. Daichi, avucunun içinde küçük bir alev oluşturdu. Kio ise etrafa bakıyordu. İkisi de biraz ilerledikten sonra, birileri tarafından gölgelerin içine çekildiklerini hissettiler. Kio karşısındaki kızın suratına baktı. “Gerçekten geri zekâlısın Takehama” dedi kız. “Etrafta bizi öldürmek için dolaşan Yirmi kişilik bir birlik var ve sen elini kolunu sallayarak ortalıkta geziyorsun. Salaklığın sınır tanımıyor”… “Bu kız, Kaede Ayame, bizim gibi bir Psişik. Kızıl saçlı, kahverengi gözlü, ideal vücut hatlarına sahip, maalesef aynı yaşta olmamıza rağmen benden biraz daha uzun boylu, kaba, görgüsüz biri. Kendini bizim liderimiz sanan bir deli, vesaire vesaire… Onu anlatmaya devam etmeye gerek yok, tamamiyle zaman kaybı hatta. Bu nedenle hemen hikâyeye geri dönüyoruz.” Kio, Daichi’ye dönerek “Daichi, sanırım öldük ve cehenneme gittik” dedi. “Karşımda bir şeytan görüyorum”. Son cümleyi söylerken, gözlerini Ayame’ye çevirmişti. Ayame sinirlendiğini belli etmeden diğerlerine baktı. “Evet, gördüğünüz gibi, bu akşam sadece beş kişiyiz” dedi. “Ve karşımızda yirmi kişilik bir birlik var. Şimdi herkes Ayame’nin etrafında toplanmıştı. “Planımız basit. Daichi ve Taro, ateş kullanıcıları olarak saldırıyı gerçekleştirecekler. Ben rüzgâr kullanıcısı olarak bu işe yaramaz Takehama’yı koruyacağım. Ve Yukio gerektiği zaman su kullanıcısı olarak saldırı timine destek olacak. Takehama, sende o işe yaramaz gücünle, çarpışma sırasında düşmanın zihnini oku ve planlarını telepati yolu ile bize ilet”. Takehama isteksizce “Tamam” dedi. “Senin gibi bir şeytan tarafından korunmak kendimi hiç güvende hissettirmiyor ama yapacak bir şey yok…”. Sonra diğerlerine döndü. “Planınızı yaptıysanız başlayalım artık, sıkılmaya başladım burada”. Herkes başını salladı… Yaklaşık on dakika sonra… “Beceriksiz Takehama! Hala zihinlerini okuyamadın mı adamların” diye bağırdı Ayame. Bu sırada, oluşturduğu rüzgâr duvarı ile düşmanlarının silahlarından çıkan mermileri durdurmaya çalışıyordu, Yukio da ona destek oluyordu. Bu sırada yakınlardan büyük bir patlama sesi yükseldi. Sonrasında ise, Kio, kendisine doğru koşan Daichi’yi gördü. Onunda peşinde askerler vardı. “Lanet olsun” diye bağırdı Daichi. “Adamların alev geçirmez elbiseleri var. Bi türlü durduramadık onları. Taro’yu yakaladılar. Çabuk ol Kio, şu adamların zayıf bir yanını bulmamız lazım!”. Geçen her saniye, Kio’nun üzerindeki baskıda artıyordu. Bir anda beyninde bir titreşim hissetti. Gözünü bir anlığına kapattı. Diğer herkes, aniden beyinlerinin içinde Kio’nun sesini duydular. “Yukio!” dedi. “Yuikio, suyu buza dönüştür”. Yukio şaşırdı. “Buz mu? Bunu hiç denemedim ki!” diye bağırdı. Kio, diğerlerinin zihnini içinde konuşmaya devam ediyordu. “Sorun yok sadece suyu hayal et, ama bu sefer her zamankinden farklı olarak, sıcaklığını biraz daha düşük hayal et ve onu yönlendir. Düşmanın kıyafetleri, ani ısı değişikliğine dayanıklı değil, işe yaramaz hale gelecekler, sonrasını Daichi ve Ayame halleder”. Yukio başka çaresi olmadığı için Kio’nun dediklerini yapmaya karar verdi… On dakika sonra… Dört kişi, polisleri kolaylıkla atlatmış ve halkın arasına karışmıştı. Bir kayıp vermişlerdi bu gün. Yani sayıları dörde inmişti. Uzun zamandır savaştıkları için bu normaldi. Bir yıldır savaşıyordular. Başlangıçta sayıları çok olsa da, zamanla bu kadar kalmışlardı. Kuro ekipleri tarafından tutuklananlara ne olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Ama iyi şeyler olmadıkları kesindi. O nedenle, bu dörtlünün de tutuklanmaya hiç niyeti yoktu. Dörtlü caddede yan yana ilerlerken aynı anda telefonları çaldı. Hepside mesajın kimden geldiğini biliyordu. Telefonlarını açarak gelen mesajı okudular. Kio hariç hiçbirisinin yüzündeki umutsuzluk ve yorgunluk ifadesi gitmedi. Kio’nun gözleri irice açılmıştı. Gelen mesaja bakakaldı bir süre… “Takehama Kun, 50. savaşından da canlı çıktığın için seni kutlarım. Güzel bir zaferdi. Bu arada, kız kardeşin çay yapmakta gerçekten çok başarılı. Ayrıca çok terbiyeli ve sevimli bir kız. Senin arkadaşın olduğumu söylediğimde beni hemen eve davet etti. Bize katılmak ister misin? Eğer istersen çabuk ol ve kimseyle konuşmadan eve gel, Crow…” (click to show/hide) 3
Fan Fiction / İlk Aşk...« : 01 Aralık 2012, 03:15:40 »
Tek bölümlük Romantizm-Dram tarzında bir hikaye yazmak istemiştim. Yazalı uzun süre oluyor ve bu türdeki ilk ve tek denemem. Basit ve düz bir şekilde yazılmış bir şey, yani o kadar iyi olmayabilir. Umarım beğenirsiniz...
(click to show/hide) Adım, Kuhieda Yui. Siyah saç ve kahverengi gözlere sahip, sıradan birisiyim. Size bir hikâye yazmak istedim. Konusunu biraz düşündükten sonrada ilk aşkım olmasına karar verdim. Çünkü ilk aşklarımız unutulmazdır. Anaokuluna yeni başlamış, altı yaşında bir kızdım o zamanlar. Çocuk aklımdan, oynamaktan başka bir düşünce geçmiyordu. Dünyanın da, o zamanlar çizdiğimiz rengârenk resimler gibi olduğunu düşünürdüm. Ve diğer her kız gibi, bende beyaz atlı, yakışıklı prensimi beklerdim beni alması için. Beni alacak ve rengârenk dünyayı görmeye götürecekti o. Birlikte atın üstünde, çiçeklerle süslenmiş yemyeşil çimenlerden geçecek, mutluluğun melodisini şakırdayan kuşların üzerinde uçtuğu mavi ve güzel nehrin üzerinden atlayacaktık. Ve içerisinde mutlu ve neşeli şekilde yaşayan bin bir çeşit canlının olduğu ormanı aşarak şatomuza varacaktık. Melekler kadar beyaz ve parlak olan şatomuza... Her çocuğun hayali böyledir değil mi?! Hepsinin de hayalinde renkli bir dünya vardır. Erkekler masaldaki cesur prens olmak ister, kızlar ise güzel prenses. Ama içimizden birisi farklıydı. O, bizim ait olduğumuz renkli dünyaya hüzünle bakardı. Ve gözünde, her zaman bir küçümseme olurdu. O zamanlar anlayamamıştım, ama zamanla anladım ki, o küçümseme, bizim çocuksu cahilliğimizeymiş. O bizden farklı olarak, gerçek dünyayı biliyordu. Ne kadar acı ve kederle dolu olduğunu. Karanlığın, sokaklarda kol gezdiğini. Bu nedenle oyun saatlerinde bize hiç katılmaz, uzaktan sessizce izlerdi. Onun adı Aizawa Keita’ydı. Sarı saçları bir Japon’u hiç andırmıyordu. Ve yeşil gözleri de, onlara yakışmayan bir şekilde keder ile doluydu... Bir oyun saatimizde daha, dayanamayıp Keita’nın yanına gittim. Çizim defterine bir şeyler karalıyordu. Benim yaklaştığımı görünce defterini kapatarak bana baktı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Onun yanına neden gittiğimi bile hatta. Sanırım onun yalnızlığı, beni kendine doğru çekmişti karşı konulamaz bir şekilde. Sonunda elimdeki oyuncak bebeği ona doğru uzattım. “Oynamak ister misin?” sözleri döküldü ağzımdan, utangaç bir şekilde. Keita bir süre bana baktı. Sonra başını eğerek “Kaybol” dedi keskin bir şekilde. Şaşırmıştım. Diyecek bir şey bulamıyordum. Sadece saklamaya çalıştığı gözlerine bakabildim. Gözlerinden birkaç damla yaş gelmeye başlamıştı. Benim fark ettiğimi anlayınca, aniden yerinden kalkarak koşmaya başladı. Koşarkenki hıçkırıklarını duyabiliyordum. Ondan sonraki her gün, Keita’nın yanına gittim. Ve ona aynı soruyu sorup durdum. “Oynamak ister misin?”. Neden bunu yaptığımı bilmiyordum. Çocuksu masumluğumdan mı ya da acıma duygusundan… Hayır, bunlardan hiçbiri gerçek neden değildi. Bunları yapmamı kalbim söylüyordu. Vücudumda kalbimin emirlerini yerine getirmek için, canla başla çalışıyordu sanki. Ve yine her zamanki gibi ben Keita’ya aynı soruyu sorduğumda “Neden bunu yapıyorsun?” dedi. Gözleri yine hüzünle bakıyordu. Elimdeki oyuncağı ona uzatarak “Çünkü seninle oynamak istiyorum” dedim. Bu sözüm Keita’yı çok şaşırtmış olmalıydı. Ve sonunda, o güne kadar hiç görmediğim bir şey oldu. Keita yüzünde bir gülümsemeyle elini oyuncağa uzattı. “Garipsin” dedi bana. “Gerçekten çok garipsin”. Bunu iyi anlamda mı, yoksa kötü anlamda mı söylediğini bilemiyordum. Ama yine de gülümsüyordum, sanırım çocuklara özgü bir davranıştı bu. Ve o günden sonra, Keita ve ben çok iyi geçinmeye başladık. Her şeyi beraber yapıyorduk, hep bir aradaydık. İlkokula başladığımızda da, aynı sınıftaydık. Okula beraber gidip gelmek, birlikte öğle yemeği yemek ve birlikte ders çalışmak. Onunla yaptığım her şey çok eğlenceli geliyordu. Onunla olmadığım anlar nefes alamıyor gibiydim. Yine bir gün okul çıkışından sonra birlikte eve dönerken, Keita elimden tuttu. “Benimle gelir misin?” diye sordu. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Ben daha cevap vermeye fırsat vermeden Keita beni bir yere götürmeye başladı. Sonunda durduğunda, şehir merkezinden geçen nehrin oradaydık. Keita merdivenleri inerek nehrin tam kıyısına oturdu. Bende onun hemen arkasında duruyordum. “Sana bir şey söylemek istiyorum” dedi. “Ama bu bir sır”. Keita bu kadar konuşmasına rağmen, ben ise hala ona cevap veremiyordum. Birisi konuşmamam için boğazımı tutuyordu sanki. Nefes alabiliyordum, ama konuşmaya başladığımda, o görünmez el tekrar boğazıma yapışıyordu. Keita “Anne ve Babam” dedi üzgün bir ses tonuyla. “Onlara ne olduğunu sana anlatmak istiyorum”. Gözlerim irice açıldı. Keita’nın, şu an akrabalarının yanında yaşadığını biliyordum. Ama onlara ne olduğunu hiç sormamıştım. Keita onlar konusunda çok hassastı. Hiç kimseye onlar konusunda bir şey söylemiyordu. “Onlar benim için dünyadaki en değerli insanlardı” diye başladı söze. Sesi gittikçe ağlamaklı bir tonda geliyordu. “Bir gün, beni de alarak bir tatil yapmak istediler. Tatil yerine çok yaklaştığımız bir sırada bir kaza oldu…” Bu sözünden sonra gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. “Çok küçük olduğum için net hatırlamıyorum, ama polisin söylediğine göre, kontrolden çıkan bir kamyon bize çarpmış. Arabamız yolun aşağısına yuvarlanmış. Annem ve Babam kaza anında…” Artık sözünün devamını getiremiyordu. Arkasından yavaşça yaklaşıp ona sarıldım. Sessizce teselli etmeye çalıştım onu… Bana ıslak gözlerle bakarak “Yui, sen sakın ölme, tamam mı?” dedi. “Sende annem ve babam gibi beni bırakıp gitme sakın”. Sadece kafamı sallamakla yetindim bu söz karşısında… Bu olay Keita ve beni daha da yakınlaştırmıştı. Artık onu daha iyi anlayabiliyordum. Aramızdaki duvarlar bir bir yıkılmıştı adeta. Ve ona karşı beslediğim arkadaşça sevgi, sıcak bir aşka dönüşüyordu yavaş yavaş. Ve geçen her gün, bu aşk biraz daha büyüyordu. Ama o ne düşünüyordu benim hakkımda. Bu soruyu kendime sorunca, içimi bir korku kaplıyordu. Bu nedenle Keita’ya olan hislerimi kendi içimde saklıyordum. Ortaokula kadar da bu böyle olmuştu. Ve bir gün, Keita benimle konuşmadan ortadan kaybolmuştu. Annem, Keita’ın annesinin akrabaları tarafından İngiltere’ye götürüldüğünü söyledi. Keita’nın bana, annesinin İngiliz olduğunu söylediğini hatırlıyordum. Kalbimde bir acı belirdi. Neden gideceğini bana söylememişti ki… Yıllar sonra Liseye başladığımda, kalbimde Keita’ya karşı sadece öfke vardı. Beni öylece bıraktığı için, ona karşı oluşan nefret… Lisenin ikinci yılında sınıfımıza yeni bir öğrenci transfer olmuştu. Sınıfa girdiği ilk andan beri gözleri benim üzerimde olan bir öğrenci. Yeni öğrenci, Keita’dan başkası değildi. Yıllar önce beni bırakıp giden Keita… Dersler boyunca benimle birçok kez konuşmaya çalışsa da, her seferinde onu dinlemekten kaçınmıştım. Onu sürekli rencide edecek sözlerle benden uzak tutmaya çalışıyordum. Okul bittiğinde, sabrı taşmış olmalı ki benim kolumu sıkıca kavradı. “Yui, sakin olup beni dinler misin?” dedi soğukkanlı bir şekilde. Bu sözü o kadar doğal ve sakin söylemişti ki, öfkeden kendimi kaybettim. Bir gün aniden yok olduktan sonra, yıllar sonra karşıma çıkıyordu ve ilk söylediği söz bumuydu? Ona sert bir tokat çaktım ve olabildiğince hızla koşmaya başladım. Nereye koştuğumu bilmiyordum, ama koşmalıydım. Koşmalı ve Keita’dan uzaklaşmalıydım. Onun hemen arkamdaki ayak seslerini duyabiliyordum. Son duyduğum şey ise, bir fren sesi oldu. Vücudum bir anda acımaya başlamıştı. Bedenimin savrulup, sert zemine çarptığını hissedebiliyordum. Vücuduma bir şey saplanmış gibiydi. Sonra bir sıcaklık, bütün vücudumu kaplamaya başlamıştı. Son anlarımda ise Keita’nın yakarışlarını duyuyordum. “Yui! Dayan. Lütfen Yui. Bir söz vermiştin. Unutun mu? Ölmeyecektin Yui!!”.. Gözlerimi tekrar açtığımda ise bir hastane odasındaydım. Uzun bir uykudan uyanmış gibiydim. Annem ve Babam beni gördüğünde gözyaşlarına boğulmuştu. Benimse tek düşündüğüm Keita’ydı. Gözlerim, odada onu aradı. Ama yoktu. Başımı eğdim. Ne bekliyordum ki? Beni yıllar önce terk edip giden o olmuştu. Ve şimdide aynısı oldu diye düşünüyordum. Odamın kapısı tekrar açıldığında, içeriye sarı saçlı ve mavi gözlü bir kadın girdi. Japon değildi. Bana sevgi dolu gözlerle baktı. Annem gülümseyen bir şekilde kadını göstererek “Bu, Bayan Sarah” dedi. “Hastaneye kaldırıldığında durumun çok kötüydü. Bir metal parçası kalbini delip geçmişti. Doktorlar kurtulma ümidinin olmadığını, tek çarenin kalp nakli olduğunu söylüyordu. Uygun kalbin bulunmasının da çok uzun bir süre alacağını söylüyordular. Tüm ümitler tükenmişti ki, hastane’ye senin yaşlarında bir çocuk daha getirildi.” Annem ve Babam bundan sonra başını eğmişti. “Çocuk intihar etmişti. Doktorlarda çocuğun kalbini sana naklettiler”. Bunu duyduğumda irkildim. Hemen elimi kalbime götürmüştüm. Ama kalp atışlarım tanıdık geliyordu. Çok sıcak ve sevgi dolu… Bu kalp bir yabancıya ait olabilir miydi? O sırada kadın çantasından bir fotoğraf çıkarttı ve bana uzattı. “Keita buraya senin için gelmişti. Senin kaza geçirdiğini görünce kendisini kaybetmiş. Annesi ve Babasını kaybettiği kazayı hatırlamış sanırım. Seninle beraber hastaneye geldikten sonra…” Sözünün devamını getirememişti. “Lütfen onun kalbine iyi bak…” dedi zorlukla. Fotoğraf, Keita ve benim yan yana durduğumuz ortaokulun ilk yılında çekilmiş bir fotoğraftı. Kadın gözyaşlarına boğulup odadan çıktı. Bense tek kelime bile edemedim. Sadece elimle kalbimin sesini dinleyerek gözyaşlarımın akmasına izin vermiştim… 4
Fan Fiction / Sihirli Dokunuş 4.Bölüm; Ichiro’nun başı belada! Yumi ya da Amaya! Seç bakalım!!« : 11 Nisan 2012, 05:48:10 »
Arkadaşlar, uzun süre önce sadece ilk bölümünü yazdığım bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. İsteğinize bağlı olarak, devam edebilir yada burada bırakabilirim. Görüşlerinizi belirtirseniz sevinirim. Yorumlarınız benim için çok önemli çünkü.
Ama değerlendirme yaparken, bunun amatör bir hikaye olduğunu unutmazsanız sevinirim. (click to show/hide) Yine sıkıcı bir okul günü. Ichiro pencereden dışarıya baktı. Dışarıda güneşli bir hava vardı. Bu gün arkadaşlarıyla sinemaya gidecekti. Bu yüzden sabırsızlanıyordu. Başını tahtaya çevirip, tahtanın hemen üzerinde duran saate baktı. 15.49. "Bir dakika kaldı" dedi içinden. "Sadece bir dakika". Saatten çıkan tik tak sesleri zihnini ele geçirmiş gibiydi. Bütün dikatini ona vermişti. Zil sesini duyduğunda kendine geldi. İşte! Bir okul günü daha sona ermişti. Ve yarın cumartesiydi, yani okul yarım gün. Ichiro'nun morali aniden düzelmişti. Leiko Sensei, "Derslerinize çalışmayı unutmayın çocuklar" diyerek sınıftan çıktı. Leiko Sensei, çok iyi bir öğretmendi, tabi o bişey anlatırken konuşmadığınız zaman. Eğer onun dersinde izinsiz konuşulursa, gerçekten de korkutucu olabiliyordu. Erkek öğrencilerin gerçekten de korktuğu bir kişiydi. Ama kızlara iyi davranıyordu, belki de o da kadın oldu içindi. Ichiro, omzuna dokunan bir elle irkildi. Arkasını döndü, bu Montaro'ydu. Montaro, arkadaşlarına göre çok uzun boylu bir çocuktu. Sarı saçlara ve mavi gözlare sahip olan Montaro, Ichiro'nun en iyi arkadaşıydı. Montaro, daima gülümseyen bir çocuktu, bu çocuğun moralini hiç bir şey bozamazdı. "Hey Ichiro" dedi Montaro, "Bu akşam geliyorsun değil mi?" Yüzünde yine garip bir gülümeme vardı. Ichiro ona bakarak "Montarooo" dedi. "Yüzündeki gülümseme beni korkutuyor". "Ha! Neden bahsediyor sen! Bu benim her zamanki halim". Ichiro başını başka bir tarafa çevirerek "Evet" dedi Montaro'nun duyamayacağı bir sesle. "Bu yüzden beni her zaman korkutuyorsun!". Montaro, Ichiro'nun ne dediğini anlayamamıştı. "Haa? Ağzında ne geveliyorsun sen öyle?" "Hey siz! Siz yine mi tartışıyorsunuz! Tartışırsanız ne olacağını bilmiyormusunuz siz!" Ichiro ve Montaro, sesi duyduklarında yutkundular. Bu sesi tanıyorlardı. Başlarını yavaşça sesin geldiği tarafa çevirdiler. İşte, kâbusları tam karşılarında duruyordu. Bu Amaya'ydı. Amaya, gerçekten korkutucu bir kızdı. Okuldaki tüm erkekler, ondan çekinirdi. Okulda, onun tarafından dövülmeyen tek kişi Ichiro'ydu. Ama Ichiro'da ondan korkuyordu. Amaya, kızıl saçlarıyla beraber gerçekten çok ürkütücü duruyordu. Gözlari alev saçıyor gibiydi. "Siz ikiniz!" dedi, Ichiro ve Montaro'ya bakarak. "Eğer tartışırsanız neler olacağını bilmiyormusunuz", Bunu söylerken yumruklarını gösteriyordu. Montaro ve Ichiro birbirilerine sarılarak "Biz.. Bizz. Biz tarışmıyorduk Amaya. Biz sadece sakalaşıyorduk" dedi Montaro. Ichiro kekeleyerek "E.. Evet.. Biz sadece şakalaşıyorduk" dedi. Amaya, gülümseyerek "Ah! Tamam o halde" dedi. "Bende sizin tartıştığınızı sanmıştım. Sizin gibi iki yakın arkadaşın tarışmasından nefret ederim" Yumruğunu göstererek "Eğer tartışırsanız..." Miya, Amaya'nın sözünü keserek, "Amaya" dedi "Sanırım gitsek iyi olacak. Akşam için hazırlanmamız gerek". Miya, çok sessiz bir kızdı. Ve ayrıca çok ta utangaçtı. Bulunduğu ortamlarda, çok konuşamazdı. Konştuğun da da yüzü kızarmaya başlardı. Bu sebeple, bazen onun geldiğini anlamayorlardı. Yine öyle olmuştu. Amaya'yla beraber gelen Miya'yı, Ichiro da Montaro da fark edememişti. Ichiro, Miya'ya bakarak "Ha! Miya, sen ne zaman geldin" dedi. Miya başını eğerek "Ben en başından beri buradaydım" dedi. "Ah! Öyle mi? Bunu fark edememiştim" dedi Ichiro. Amaya, korkutucu bakışlarını Ichiro'ya çevirdi, yumruğunu kaldırdı. "Ichiroo!" dedi sinirli bir ses tonuyla. "Sen bir aptalsın. Bir kızla nasıl konuşulacağını bilmiyorsun!" Yumruğunu hızlı bir şekilde Ichiroya savurdu. Ichiro yerinden oynayamıyordu. Ama herkesi şaşkına çeviren bir şey yaptı Amaya. Yumruğunu son anda durdurdu. Arkadaşları bunu anlayamıyordu. Amaya, Ichiro hariç herkese rahatlıkla vurabiliyordu. Ichiro, korkudan kapattığı gözlerini açtı, hiç acı hissetmemişti, çok şaşırdı. Amaya ona bakarak "Tam bir aptalsın" dedi. Sonra yanındaki Miya'ya bakarak "Hadi Miya" dedi. "Gidelim". Ichiro ve Montaro rahatlamıştı. Montaro, Ichiro'ya bakarak "Bir an hiç gitmeyecek sandım" dedi. Amaya, sınıf kapısından çıkarken arkasına baktı. "Hey! İkinizden biri sakın geç kalmasın" dedi. "Biliyorsunuz, bekletilmeyi hiç sevmem". Ichiro ve Montaro yavaşça kafalarını salladı. Amaya, Ichiro'yu düşünerek, içinden "Tam bir aptal" dedi. "Yeteneğini hala fark etmemiş" *** İchiro kolundaki saate baktı, geç kalmıştı. Sokaklardan koşarak ilerlemeye devam ediyordu. "Geç kaldım! Geç kaldım! Amaya bu sefer kesin beni öldürecek!". Birden yolun kenarındaki ormanlık alandan bir ses geldi. Ağaç dallarının kırılma sesi. Ichiro durdu. "Ha! Bu seste ne böyle?". Sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Ichironun gözleri, irice açıldı. Yerde bir kız yatıyordu. Yukarıya baktı. Ağaçların dalları kırılmıştı. Yukarıdan mı düştü? Ama ağacın tepesinde ne yapıyordu ki? Ağğhh! Ne diyorum ben!" Hemen kızın yanına geldi, yerde yatan kız çok güzeldi. Altın sarısı saçları, beyaz teni... Bu dünyadan olamayacak kadar güzeldi. Ichiro, kıza iyice yaklaştı. Nefes almıyordu, ölmüş müydü? "Hayır, bu olamaz" dedi Ichiro. Etrafına baktı, yardım isteyebileceği kimse yoktu. Bu kızı kurtarmak istiyordu. "Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım?". Ichiro, elini kızın yanağına götürerek "Kim olduğunu bilmiyorum" dedi. "Ama ölmene izin veremem". Ichiro'nun elinde beyaz bir ışık oluştu. Beyaz ışık birden etrafı kapladı. Ichiro ne olduğunu anlayamamıştı, ışıktan dolayı birşey göremiyordu. Işık biraz da olsun etkisini yitirdiğinde, Ichiro etrafı görmeye başladı. Gördüğü anda da kendisini geriye doğru attı. "Bu... Bu olamaz! İmkânsız!". Deminden yerde hareketsiz yatan kız, karşısında duruyordu. Etrafına çok güzel bir ışık saçıyordu ve kanatları... Bembeyaz, büyüleyici güzellikte kanatları vardı. Ichiro korkmuştu, hemen koşmaya başladı, aklındaki tek şey kaçmaktı. Buradan uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmak istiyordu... (click to show/hide) 2.Bölüm; Gökten Düşen Kız Oda, tamamı ile karanlığa bürünmüştü. Ichiro, üstüne çektiği yatak örtüsünün altında sakinleşmeye çalışıyordu. “Sadece bir rüyaydı” dedi, elinin tersi ile gözyaşlarını silmeye çalışırken. “Evet! Bu sadece basit bir rüyaydı. Gerçek olamaz”. Bunu söylerken, sargı bezi ile sarılmış olan sol eline baktı. Biraz ürkerek, sargıyı yavaşça çıkartmaya başladı. Parmaklarının ucu göründüğünde, korkuyla tekrar sargıyı örttü. Elinde oluşan parlak ışık, hâlâ geçmemişti. O zaman, bütün yaşadıkları gerçekti. Bir rüya değil. Dün akşamdan itibaren, olanlara anlam veremiyordu Ichiro. Yaşadıkları, bir rüyada olabilecek şeylerdi ancak. Ama gerçekten de olmuştu. Gerçekten de, bir melek görmüştü. Ichiro’nun vücudu titremeye başladı. Üşüyor muydu? Hayır, bu korkuydu? Olanlara anlam veremediği için korkuyordu. Bu sırada, annesinin ona seslendiğini duydu. “Ichiro! Montaro ve Amaya burada! Aşağıya gelebilir misin?”. Ichiro, saklandığı örtünün altından çıktı. İlk önce odanın ışıklarını açtı. Sonra da kapıyı açarak annesine bağırdı. “Şu anda biraz meşgulüm! Onlara, yukarıya gelmelerini söyler misin anne!”. Yatağın başına geçerek, oturdu. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Dün gece yaşadıklarını anlatacak mıydı onlara? “Hayır, bunu yapamam” dedi içinden. “Böyle bir şeye kim inanır ki? Ya elimi gösterirsem?! Evet, sol elimi gösterirsem bana inanırlar. Ne yapmalıyım?”. Ichiro’nun düşünceleri, odaya arkadaşlarının girmesiyle bozuldu. Montaro ona bakarak “Ichiro! Neyin var dostum? Dün akşam sinemaya gelmedin. Bu gün de okula gelmeyince seni merak ettim?”. Ichiro, boş bakışlarla Montaro’ya baktı. Ne söyleyeceğini bilemiyordu. “Hey! Ichiro! Dün akşam, saatlerce seni bekledik! Neredeydin? Bekletilmekten hoşlanmadığımı sana söylemiştim!”. Amaya’nın gözleri, öfkesini belli ediyordu. Ses tonu da öyle tabii. Montaro bile korkmuştu ondan. Ama Ichiro en ufak bir korku belirtisi bile göstermemişti. Başını eğmekle yetindi sadece. Amaya’nın söylediklerini hiç dikkate almamıştı. O, şu anda ne yapması gerektiğini düşünüyordu. “Hey Ichiro! Beni duyuyor musun? Cevap versene!” dedi Amaya, onun üstüne ilerleyerek. Ichiro, başını yerden ayırmadı. Sargılı olan elini saklamaya çalışarak “İyiyim ben. Bir şeyim yok” dedi. Ama ses tonu, eskisine hiç benzemiyordu. Çok soğuk ve samimiyetten uzak bir ses tonuyla söylenmişti bu söz. “Sizi merakta bıraktığım için üzgünüm”. Başını kaldırarak, arkadaşlarına gülümsedi. Yüzüne yerleştirdiği gülümseme ile dün gece yaşadıklarını saklamaya çalışıyordu. “Kendimi pek iyi hissetmiyorum da. Sanırım hasta oldum” Amaya, Ichiro’nun yalanını anlamıştı. Ona yaklaşarak, ani bir hareketle sol kolunu tuttu. Sargı içindeki ele bakarak “Bu ne?” dedi. “Eline ne oldu, çabuk söyle”. Ichiro köşeye sıkışmıştı. Tam doğruları anlatacaktı ki, Montaro “Haa! Ichiro, yoksa dayak mı yedin?” diye atıldı. Bunu söylerken, kendini gülmemek için zor tutuyordu. Ichiro, içinden Montaro’ya şükrederken, kafasını hızlıca salladı. “Evet, evet! Kesinlikle öyle oldu!”. Amaya, karşısındaki Ichiro’ya bakarak “Dayak yemiş biri olarak, bunu çok çabuk kabullendin” dedi. Ichiro ellerini iki yana açarak “Ne yapabilirim ki” diye yanıtladı. “Sonuçta siz arkadaşımsınız. Saklamama gerek yok!”. Bir bahane bulmanın verdiği rahatlıkla, konuşmaya devam etti. “Dün gece sizinle buluşmak için evden çıkmıştım. Yolda koşarken, serserinin birine çarptım. Sonra da tartışmaya başladık”. Ichiro’nun anlattıkları, Amaya’ya hiç inandırıcı gelmemişti. Montaro ise, hemen inanmıştı, bu alelacele uydurulmuş kurguya. “Dostum! Bana haber vermeliydin. O çocuğu çok feci pataklardım!” dedi, içinden gelen heyecanla. Ichiro başını yana çevirerek “Tabii yaa! Ben de inandım!” dedi Montaro’nun duyamayacağına inandığı bir ses tonu ile. Sonra da ona bakarak “Üzgünüm!” dedi. “Bu aklıma gelmemişti”. Montaro, Ichiro’nun gerçek düşüncelerinden habersizce, ona bakarak gülümsüyordu. Ichiro arkadaşlarına bakarak “Geldiğiniz için teşekkürler” dedi. “Ama gitseniz iyi olur sanırım. Kendimi pekiyi hissetmiyorum. Biraz dinleneceğim sanırım”. Montaro, “Tabii!” diyerek alay etti onunla. “Dayak yedikten sonra bu normal”. Amaya, isteksiz de olsa “Tamam!” dedi. “Şimdilik dinlen. Ama yarın bize her şeyi anlatacaksın”. Ichiro oturduğu yerden kalkarak, kapıya doğru ilerledi. Odanın kapısını açarken, “Pekâlâ” dedi Amaya’ya. “Yarın anlatacağım”. Amaya ve Montaro, odadan çıktılar. Ichiro, onların arkasından bakıyordu. Dar koridorda yan yana ilerleyen dostlarına bakarken, Montaro’nun söylediklerini duyabiliyordu. Montaro, sırıtarak “Bu haberi Miya’ya söylememiz gerek” diyordu. “Duyduğunda, yüzünün alacağı hali çok merak ediyorum”. Amaya, onun kafasına sert bir yumruk geçirdi. “Kes sesini! Bunu kimseye anlatmayacaksın”. Montaro, acı içinde inlerken, bir yandan da Amaya’nın vurduğu yeri ovuşturuyordu. Yüzünde masum bir gülümseme oluştu. Onlara bakınca, dün olanları kısa bir süre için bile olsa unutmuştu. İçindeki bu duygularla yatağına ilerledi. Yatağın başına oturarak, sargılar içindeki koluna baktı. Sargıyı, nazik bir şekilde açmaya başladı. Sargı açıldıkça, elinden yayılan ışık daha rahat görülüyordu. Sonunda eli tamamıyla açığa çıktı. Derisinin içinde bir ışık kaynağı var gibiydi. Elinden yayılan beyaz ışık, göz alıcı parlaklıktaydı. Odanın içinde, aniden bir kadın sesi yankılandı. “Sonunda buldum seni. Kurtarıcı!”. Ses, kulağa huzur veren bir tınıda tekrar yankılandı. “Sonunda buldum seni. Kurtarıcı!”. Ichiro, gözlerini irice açarak karşısına baktı. “Sen… Sen... O kızsın!”. Karşısında, göz alıcı güzelliği ve büyüleyici bir ışık saçan bembeyaz kanatları ile dün akşam gördüğü melek vardı… (click to show/hide) Ichiro kendini yatağın üstünden atarak gerilemeye başladı. Gözleri irice açılmıştı. “Sen… Sen burada ne arıyorsun” dedi şaşkınlıkla ve biraz da korkarak. Sonra gördüklerine inanamayarak “Bu bir rüya” diye mırıldanmaya başladı kendi kendine. İki eliyle kafasını tutarak, odanın bir köşesine sindi. Gözlerini kapattı. “Bu bir rüya. Bu bir rüya. Bu bir rüya!” Birden, içine huzur veren o sesi duydu. “Lütfen korkma. Sana zarar vermeyeceğim”. Bu ses, onu rahatlatıyordu. Nedenini bilmiyordu, ama bu ses ona huzur dolu bir şarkıyı andırıyordu. İçindeki korkuyu bir kenara atıp, başını kaldırdı. Karşısında, dün akşam gördüğü dünyalar güzeli kız vardı yine. Ama bu sefer kanatları yoktu. Ona pürüzsüz, beyaz elini uzatarak “Özür dilerim, kanatlarımın seni korkutacağını düşünmemiştim. Ama şimdi onları sakladım. Korkacak bir şey yok” dedi gülerek. Ichiro’nun karşısındaki kızdan korkması gerekiyordu. Ama kız o kadar güzeldi ki, aklına korkmak hiç gelmiyordu. Neden bilmiyordu, ama içinde ona karşı bir güven duygusu oluşmuştu şimdi. Ona elini uzattı. Kızın elini kavradığında, içinde anlamlandıramadığı bir mutluluk oluşmuştu. Kalbi daha hızlı atmaya başlamıştı şimdi. Kız mavi gözlerini Ichiro’ya dikerek “Ben Yumi” dedi, o büyüleyici gülümseyişini yüzüne yerleştirdi. Ichiro gözlerini ondan alamıyordu. Kekeleyerek “B.. Ben.. Ic.. Ich..” Sözünün devamını bir türlü getiremiyordu. Karşısındaki kızın gülüşü, onun düşüncelerini allak bullak etmişti. Ne yapmalıydı şimdi. Korkması gerekiyordu. Ama korkamıyordu bir türlü. Neden korkmuyordu ki bu kızdan. Neden ona karşı bir güven duygusu oluşmuştu ki içinde? Daha onu tanımıyordu bile. Gerçek miydi tüm bu olanlar? Yumi, Ichiro’nun konuşmakta zorlandığını görerek “Merak etme” dedi. “Ben senin kim olduğunu biliyorum. Sen Kurtarıcısın!”. Ichiro şaşkınlıkla Yumi’ye baktı. “Ben mi? Kurtarıcı mı?”. Yumi, onun sözünü onaylar nitelikte başını salladı. “Evet, kurtarıcı”. Ichiro, “Kurtarıcı da ne?” diye sordu. Yumi şaşırarak “Ne yani? Bilmiyor musun?” dedi. “Yukarıdan sana bilgilendirme yapmadılar mı?”. Ichiro, Yumi’nin söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. “Yukarıdan mı?”. Yumi iç geçirerek “Anlaşılan seni bilgilendirmemiz gerek” dedi. Sonra, sağ işaret parmağını nazikçe Ichiro’nun alnına dokundurdu. Ichiro’nun zihni, bilgilerle dolmaya başlamıştı birden. Başını tuttu. Gözünün önüne, daha önce hiç görmediği resimler ve yazılar geliyordu. Zihninde bir ses, hızlı hızlı konuşuyordu. Beynine yerleşen bilgileri hissedebiliyordu Ichiro. Birden gözlerinin önüne resimler geldi. Bilinçaltından bir ses, zihninde yankılandı. “Zamanın derinliklerinde, bir kehanette bulunuldu. İnanların dünyasında çok büyük yıkımlar olacaktı. Şeytanlar yeryüzüne çıkacak, İnsanoğlu ölümle tanışacaktı. Her şey bittiğinde, dünya yeniden ayağa kalktığında, Şeytanlar ateşe geri döndüğünde, geride sadece yıkım kalacaktı. Dünyada yaşam sonu bulacaktı. Yıkımın önlenmesi için, kurtarıcılar bulundu. Zamanın farklı yerlerinde, her ulustan insanlar seçildi. Onlara bir yetenek verildi. Sol elleri, hayat veriyordu. Zamanı geldiğinde, sol ellerindeki yaşam enerjisini serbest bırakarak, İnsanları canlandırmak! Şeytanlar bunu öğrendiğinde, gizlice dünya üzerine çıktılar. Kurtarıcıları bulmak ve öldürmek için. Melekler ise, yeryüzüne indiler. Kurtarıcıları korumak için. Ve yıkım gününe kadar sürecek olan bir savaş başladı, Şeytanlar ve Melekler arasında. Bir taraf kurtarmak, bir taraf öldürmek için savaştı ve hala savaşıyor” Ichiro başını sıkıca kavrayarak diz çöktü. “Ben mi? Kurtarıcı mı? Bu olamaz. Bir yanlışlık olmalı. Ben basit bir insanım sadece. Basit bir lise öğrencisi”. Son sözlerini, ağlamaklı bir tonda söylemişti. Yumi, böyle bir tepki ile karşılaşacağını hiç düşünmemişti. Yerde diz çöken çaresiz insana baktı. “Sana söylemiştim. Bana güven. Ben ikinci sınıf koruyu melek Yumi, seni hayatım pahasına koruyacağım”. Ichiro, başını yukarı kaldırarak Yumi’ye baktı. “Hayatım pahasına mı? Melekler ölebiliyor mu ki?” Sonra birden durdu. Bu sorunun cevabını zaten biliyordu. Nasıl bildiğine dair en ufak bir fikri yoktu, ama biliyordu. Melekler ruhani varlıklardı. Onlarında her canlı gibi ruh enerjisi vardı. Ama diğerlerinden çok fazla ruh enerjisi vardı Meleklerin. Hatta saf yoğunlaştırılmış ruh enerjisinden oluştukları bile söylenebilirdi. Eğer cennetten çok uzun süre uzak kalırlarsa, melekler zayıf düşmeye başlıyordu. Ve bir süre sonra, ruh enerjileri kaybolduğunda melekler de kayboluyordu. Ichiro elinin tersi ile gözyaşlarını sildi. Sonra gülümseyerek “Tamam o zaman!” dedi. “Sana güveniyorum”. Olanları çok sakin karşılamıştı. Buna kendisi bile şaşırıyordu. Yumi gülümseyerek “Pekâlâ o zaman” dedi. “Senin koruyucu meleğin olarak seni her şeyden koruyacağım”. Ichiro, bu olanları arkadaşlarına anlatmak istiyordu. Ama bunu yapamayacağını biliyordu. Beynine aktarılan bililerde, koruyucu meleğin varlığının sadece kurtarıcı tarafından bilinmesi gerektiği yazıyordu. Yumi, Ichiro’ya bakarak “Hadi hemen işe başlayalım” dedi. Ellerini uzatarak Ichiro’yu yerden kaldırdı. Etrafına bakarak “Öncelikle bu evden taşınmalısın” dedi. Ichiro şaşkınlıkla baktı. “Haa! Sen çıldırdın mı? Bunu neden yapacakmışım ki?”. Yumi sakin bir tavırla “Bu savaşa aileni bulaştırmak istemezsin, değil mi?” diye sordu… 2 gün sonra… Yumi, tahtanın önünde durarak, sınıfa kendini tanıtmaya başladı. “Ben, Kazawa Yumi, buraya daha önce yaşadığım yerden sıkıldığım için geldim. Şu anda, okula yakın bir yerde Ichiro ile beraber yaşıyorum. Memnun oldum”. Yumi sözünü bitirdiğinde, sınıftan şaşkınlık nidaları yükseliyordu. “Ha! Ichiro mu? Bizim Ichiro mu?” diye bağırarak ayağa kalktı Montaro. Bunu söylerken Ichiro’ya bakıyordu. Leiko Sensei, Montaro’ya bakarak “Yerine otur Yamazaki” dedi. Montaro, yüzü kızarmış bir şekilde yerine oturdu. Sonra bakışlarını, sol arka çaprazındaki sırada oturan Ichiro’ya baktı. “Pişt! Ne ayak?” diye fısıldadı. Bunu söylerken gözünü kırpıyordu. Montaro, kafasını sıraya gömdü. Yumi’nin, birlikte yaşadıklarını söylemesine inanamıyordu. Bu saklı tutmaları gereken bir bilgiydi. Montaro ona bakarken, kafasında bir acı hissetti. Leiko Sensei’nin fırlattığı kalem hedefini bulmuştu. Montaro’ya yumruğunu göstererek “Yamazaki! Sapıkça şeyler fısıldamayı bırak” dedi. Montaro hızlı bir şekilde ayağa kalkarak “Özür dilerim Sensei!” diye bağırdı. Bunu söylerken gözlerinden yaş akıyordu. Hemen yerine oturdu tekrar. Leiko Sensei tekrar Yumi’ye dönerek “Artık yerine oturabilirsin Kazawa” dedi. Yumi, zarif gülümsemesini tekrar takınarak, kıskaçlık ve hayranlık dolu bakışlar altında Ichiro’nun yanındaki sıraya oturdu. Montaro arkasını dönerek “Kazawa-chan” dedi. “Baksana, sen Ichiro’nun nesi oluyorsun?”. Yumi hiç düşünmeden gülümseyerek cevap verdi. “Kız arkadaşı”. Montaro hayal kırıklığına uğramış bir şekilde “Tüh ya” dedi. Ichiro ise, kızarmış bir şekilde Yumi’ye bakıyordu… (click to show/hide) Bu ders, Ichiro’ya bir ömür gibi gelmişti. Bir türlü bitmek bilmemişti. Adeta zaman durmuş gibiydi. Ya da üzerinde dolaşan meraklı bakışlar nedeniyle ona öyle geliyordu. Üzerindeki bakışların hepsi korkutucuydu. Ama en korkuncu, Amaya’nın bakışlarıydı. En sonunda kurtarıcısı olan zil sesini duydu. Henüz bu ilk dersti ve okulun bitmesine koca bir gün vardı. Bütün günü böylemi geçecekti acaba? Zil sesinin hemen ardından, bütün öğrenciler Yumi’nin başına toplanmıştı. İki kişi hariç. Ichiro’ya doğru ilerleyen Amaya ve onları izleyen Miya. Ichiro, korku dolu bakışlarla Amaya’ya baktı. Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirerek “Amaya, nasıl…”. Sözü yarıda kalmıştı. Amaya onu gömleğinin yakasından tutarak çekiştirmeye başladı. Sınıftan çıktılar, uzun koridor boyunca ilerlediler. Sonunda bir sınıfın önüne geldiler. Burası, eskiden Laboratuar olarak kullanılan, ama artık kullanımda olmayan bir sınıftı. Amaya kapıyı açarak, Ichiro’yu oraya soktu. Sonra kendiside girip kapıyı kapattı. Amaya’nın öfkesi, gözlerinden belli oluyordu. “Amaya, bekle. Ben. Ben her şeyi açıklayabilirim…”. Ichiro, bunları söylerken, bir yandan da geriliyordu. Kendisini, Amaya’nın öfkesinden uzak tutmaya çalışıyordu. Amaya onun boğazına yapışıp “Açıkla o halde” dedi. “Kim o kız. Ayrıca neden seninle yaşadığını söyledi?”. “Eee, şey… Yumi… Yani Kazawa- chan… Nasıl desem…” Ichiro, durumunu anlatacak bir kelime bulamıyordu. “Biz…”. Amaya onu sınıfta bulunan tozlu dolaplardan birine yasladı. “Ichiro! Neler olduğunu çabuk söyle. Ne saklıyorsun?” ***** Yumi, etrafını saran kalabalık nedeniyle Ichiro’yu göremiyordu. Bir koruyucu meleğin görevi, kurtarıcısını korumaktı. Ama Yumi, başına dolaşan insanlar yüzünden bunu yapamıyordu. Hepsi de ayrı ağızdan ona sorular sorup duruyordu. “Nereden geliyorsun? Ailen ne iş yapıyor? Ichiro’yla aranızda ne var? Neden birlikte yaşıyorsunuz?...” Sorular böyle uzayıp gidiyordu. Yumi, güler yüzle hepsine yanıt vermeye çalışırken, bir yandan da Ichiro’ya bakmaya çalışıyordu. Montaro arkasını dönerek “Hey Ichiro! Kız arkadaşın çok popüler oldu” dedi. Ama seslendiği yerde kimse yoktu. Miya, Montaro’ya bakarak “Şey… Amaya onunla bir şey konuşmak istedi” dedi. Montaro “Eyvah! Şimdi kesinlikle öldü” dedi gülümseyerek. Yumi bunu duymuştu. Hemen sırasından kalktı. Etrafındakilere bakarak “Özür dilerim, benim Ichiro’yu bulmam gerekiyor” dedi. Sonra da, etrafındaki kalabalığı yararak sınıftan çıktı. Sol elindeki yaşam enerjisi nedeniyle, Ichiro’nun nerede olduğunu hissedebiliyordu. Koridorda koşarak ilerlerken, kendisi hakkında konuşulanları duyabiliyordu. - Hey! Bakın, işte yeni öğrenci. - Vay, çok güzelll! - Boşuna ümitlenme dostum! Ichiro çoktan kapmış kızı. - Evet, bende duydum. Birlikte yaşıyormuşlar. - Çocuktaki şansa bak be! Bunun gibi daha birçok konuşmaya rastladı, koridor boyunca ilerlerken. Sonunda eski bir sınıfın önüne vardı. Kapıyı açtığında, Ichiro’yu eski bir dolaba dayanmış, başka bir kızı da onun boğazına yapışmışken buldu. Sınıfa girdiğinde, ikisi de Yumi’ye baktı. Yumi, Ichiro’ya bakarak “İyi misin?” diye sordu. Ichiro, boğazına yapışan elleri göstererek “Pek sayılmaz” dedi alaycı bir tavırla. Yumi, Amaya’ya bakarak “Ne oluyor burada?” dedi. Ichiro tam her şeyi açıklayacaktı ki, Amaya eli ile onu susturdu. Daha sonra Ichiro’yu bırakıp Yumi’nin üzerine yürüdü. “Kimsin sen? Ichiro senden düne kadar bir kere bile bahsetmemişken, birden onun kız arkadaşı olduğunu söyleyerek ortaya çıkıyorsun. Birlikte yaşadığınızı söylüyorsun ve okulumuza, hem de Ichiro ile aynı sınıfa geliyorsun! Amacın ne?”. Yumi karşısındaki kıza şaşkınlıkla baktı. Gerçekten çok zeki birisiydi. “Adımı daha öncede söyledim ya! Kazawa Yumi”. Amaya, Yumi’nin gözlerinin içine bakarak “Gerçeği söyle” dedi. “Buraya neden geldin?”. Yumi gözlerini Ichiro’ya çevirdi. Ichiro’nun, kızlar arasındaki bu tartışmaya katılmaya pek niyeti yok gibiydi. Amaya’nın sorusunu duymazdan gelerek Ichiro’nun yanına gitti. Amaya ise, görmezden gelinmesine sinirlenerek Yumi’nin kolunu tuttu. Bu sırada, Yumi, yerdeki eski bir deney tüpüne bastı. Ayağı kaydı Ichiro’nun üstüne düştü. Yumi’nin kolunu tutan Amaya’da bu kazadan payına düşeni almıştı. Sınıfın kapısı tekrar açıldığında, üçü de çok garip bir pozisyondaydı. Amaya, Ichiro’nun kucağındaydı. Yumi’nin ise, dudakları Ichiro’ya çok yakındı. Yumi ve Ichiro göz göze gelmişlerdi. Sonra üçüde, açılan kapıya baktılar. Montaro ve Miya onlara bakıyordu. Kısa süreli bir şaşkınlıktan sonra, Montaro yine garip bir şekilde sırıtarak “Haa! Ichiro, hiç vakit kaybetmemişsin dostum” dedi. Sonra göz kırparak “Merak etme, ben ve Miya bir şey görmedik. Siz devam edin. Bu arada, bu işe Amaya’yı bile ikna etmişsin. Senin bu kadar da cesur olacağını tahmin etmezdim”. Ichiro etrafına baktı. “Ha? Anlamadım?”. Sonra şu andaki hallerini düşünerek yüzü kızardı. Bu sırada, Amaya’nın sesi duyuldu. “Montarooo!! Sen öldün!”. Bunları söyledikten sonra hemen ayağa kalktı. Montaro başına gelecekleri anlayınca hemen kaçmaya başladı. Amaya’da onu kovalamaya. Sesleri bütün okuldan duyuluyordu. Ichiro, kendisine çok yakın duran Yumi’ye baktı. Oda çekilince, ayağa kalktı. Miya ise, hala gördüğü manzarayı düşünüyordu. Yüzü kızarmış bir şekilde. “Ichiro.. Demek böyle şeylerden hoşlanıyorsun..” dedi. Sonrada hemen kaçarak uzaklaştı. Ichiro, söyleyecek bir söz bulamamıştı. Yumi’nin elini omzunda hissetti. “Ichiro, bir daha o kızla konuşmazsan senin için daha iyi olur”. Ichiro şaşırmıştı. “Neden?” diye sormaktan kendini alamadı. “O kız çok garip”. Bunu söylerken, Yumi gayet ciddi görünüyordu. Ichiro gülümseyerek “Merak etme” dedi. “Amaya biraz sinirli biridir. Ama çok iyi kalplidir. Onunla konuşmamın bir sakıncası yok. En iyi arkadaşlarımdan biri o. Küçüklüğümüzden beri birlikte büyüdük biz onunla. Aslında bakarsan, o olmasaydı ben bu Liseyi ilk yılında bırakmıştım”. Gülümseyerek geçmişi hatırladı. “Okula başladığımda, üst sınıflardan birkaç kez dayak yemiştim. Okulu bırakmaya kara vermiştim ki, o üst sınıflar gelip benden özür diledi. Biraz araştırdım bu olayı. Sonradan öğrendim, Amaya gidip onları dövmüş. Küçüklüğünden beri beni koruyor” dedi. Yumi, “Belki onun da görevi budur” dedi kısık bir sesle. “Ne dedin” diye sordu Ichiro. Yumi kafasını sallayarak “Hiç” dedi. Yumi ve Ichiro eski sınıftan çıkmaya hazırlanıyordu ki, Birden Yumi’nin gözleri irice açıldı. “Avrupa bölgesindeki kurtarıcı… Öldürülmüş!” dedi endişe ve korku dolu bir tonla. “Başladı. Sonunda şeytanlar harekete geçti… Sonunda savaş başlıyor…”
Sayfa: 1
|
Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz
Sayfa: 1
1
Fan Fiction / Siyah ve Beyaz« : 27 Mayıs 2013, 11:36:29 »
1 dakikada kurgulayarak oluşturduğum tek bölümlük kısa bir hikayeyi paylaşmak istedim, umarım beğenirsiniz arkadaşlar.
Aslında bu hikayeyi, bir arkadaşın manga çizmesine yardımcı olmak için yazmıştım, onun isteği doğrultusunda kısa ve ayrıntısız oldu. Hatta şu ana kadar yazdığım en kısa hikaye oldu (click to show/hide) 2
Fan Fiction / Öngörü« : 31 Aralık 2012, 16:41:46 »
Fanfiction yarışmasına katıldığım hikayenin konusunu burdan açarak hikayeye devam etmek istiyordum. Konuyu bu gün açmak nasip oldu. İlk bölümü buraya koyuyorum. İkinci bölümünü yazmaya şu an için sağlığım el vermiyor. Allah'ın izniyle iyileşirsem hikayeyi devam ettireceğim...
(click to show/hide) (click to show/hide) 3
Fan Fiction / İlk Aşk...« : 01 Aralık 2012, 03:15:40 »
Tek bölümlük Romantizm-Dram tarzında bir hikaye yazmak istemiştim. Yazalı uzun süre oluyor ve bu türdeki ilk ve tek denemem. Basit ve düz bir şekilde yazılmış bir şey, yani o kadar iyi olmayabilir. Umarım beğenirsiniz...
(click to show/hide) 4
Fan Fiction / Sihirli Dokunuş 4.Bölüm; Ichiro’nun başı belada! Yumi ya da Amaya! Seç bakalım!!« : 11 Nisan 2012, 05:48:10 »
Arkadaşlar, uzun süre önce sadece ilk bölümünü yazdığım bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım beğenirsiniz. İsteğinize bağlı olarak, devam edebilir yada burada bırakabilirim. Görüşlerinizi belirtirseniz sevinirim. Yorumlarınız benim için çok önemli çünkü.
Ama değerlendirme yaparken, bunun amatör bir hikaye olduğunu unutmazsanız sevinirim. (click to show/hide) (click to show/hide) (click to show/hide) (click to show/hide)
Sayfa: 1
|