Adım, Kuhieda Yui. Siyah saç ve kahverengi gözlere sahip, sıradan birisiyim. Size bir hikâye yazmak istedim. Konusunu biraz düşündükten sonrada ilk aşkım olmasına karar verdim. Çünkü ilk aşklarımız unutulmazdır.
Anaokuluna yeni başlamış, altı yaşında bir kızdım o zamanlar. Çocuk aklımdan, oynamaktan başka bir düşünce geçmiyordu. Dünyanın da, o zamanlar çizdiğimiz rengârenk resimler gibi olduğunu düşünürdüm. Ve diğer her kız gibi, bende beyaz atlı, yakışıklı prensimi beklerdim beni alması için. Beni alacak ve rengârenk dünyayı görmeye götürecekti o. Birlikte atın üstünde, çiçeklerle süslenmiş yemyeşil çimenlerden geçecek, mutluluğun melodisini şakırdayan kuşların üzerinde uçtuğu mavi ve güzel nehrin üzerinden atlayacaktık. Ve içerisinde mutlu ve neşeli şekilde yaşayan bin bir çeşit canlının olduğu ormanı aşarak şatomuza varacaktık. Melekler kadar beyaz ve parlak olan şatomuza...
Her çocuğun hayali böyledir değil mi?! Hepsinin de hayalinde renkli bir dünya vardır. Erkekler masaldaki cesur prens olmak ister, kızlar ise güzel prenses. Ama içimizden birisi farklıydı. O, bizim ait olduğumuz renkli dünyaya hüzünle bakardı. Ve gözünde, her zaman bir küçümseme olurdu. O zamanlar anlayamamıştım, ama zamanla anladım ki, o küçümseme, bizim çocuksu cahilliğimizeymiş. O bizden farklı olarak, gerçek dünyayı biliyordu. Ne kadar acı ve kederle dolu olduğunu. Karanlığın, sokaklarda kol gezdiğini. Bu nedenle oyun saatlerinde bize hiç katılmaz, uzaktan sessizce izlerdi. Onun adı Aizawa Keita’ydı. Sarı saçları bir Japon’u hiç andırmıyordu. Ve yeşil gözleri de, onlara yakışmayan bir şekilde keder ile doluydu...
Bir oyun saatimizde daha, dayanamayıp Keita’nın yanına gittim. Çizim defterine bir şeyler karalıyordu. Benim yaklaştığımı görünce defterini kapatarak bana baktı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Onun yanına neden gittiğimi bile hatta. Sanırım onun yalnızlığı, beni kendine doğru çekmişti karşı konulamaz bir şekilde. Sonunda elimdeki oyuncak bebeği ona doğru uzattım. “Oynamak ister misin?” sözleri döküldü ağzımdan, utangaç bir şekilde. Keita bir süre bana baktı. Sonra başını eğerek “Kaybol” dedi keskin bir şekilde. Şaşırmıştım. Diyecek bir şey bulamıyordum. Sadece saklamaya çalıştığı gözlerine bakabildim. Gözlerinden birkaç damla yaş gelmeye başlamıştı. Benim fark ettiğimi anlayınca, aniden yerinden kalkarak koşmaya başladı. Koşarkenki hıçkırıklarını duyabiliyordum.
Ondan sonraki her gün, Keita’nın yanına gittim. Ve ona aynı soruyu sorup durdum. “Oynamak ister misin?”. Neden bunu yaptığımı bilmiyordum. Çocuksu masumluğumdan mı ya da acıma duygusundan… Hayır, bunlardan hiçbiri gerçek neden değildi. Bunları yapmamı kalbim söylüyordu. Vücudumda kalbimin emirlerini yerine getirmek için, canla başla çalışıyordu sanki. Ve yine her zamanki gibi ben Keita’ya aynı soruyu sorduğumda “Neden bunu yapıyorsun?” dedi. Gözleri yine hüzünle bakıyordu. Elimdeki oyuncağı ona uzatarak “Çünkü seninle oynamak istiyorum” dedim. Bu sözüm Keita’yı çok şaşırtmış olmalıydı. Ve sonunda, o güne kadar hiç görmediğim bir şey oldu. Keita yüzünde bir gülümsemeyle elini oyuncağa uzattı. “Garipsin” dedi bana. “Gerçekten çok garipsin”. Bunu iyi anlamda mı, yoksa kötü anlamda mı söylediğini bilemiyordum. Ama yine de gülümsüyordum, sanırım çocuklara özgü bir davranıştı bu.
Ve o günden sonra, Keita ve ben çok iyi geçinmeye başladık. Her şeyi beraber yapıyorduk, hep bir aradaydık. İlkokula başladığımızda da, aynı sınıftaydık. Okula beraber gidip gelmek, birlikte öğle yemeği yemek ve birlikte ders çalışmak. Onunla yaptığım her şey çok eğlenceli geliyordu. Onunla olmadığım anlar nefes alamıyor gibiydim. Yine bir gün okul çıkışından sonra birlikte eve dönerken, Keita elimden tuttu. “Benimle gelir misin?” diye sordu. Kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Ben daha cevap vermeye fırsat vermeden Keita beni bir yere götürmeye başladı. Sonunda durduğunda, şehir merkezinden geçen nehrin oradaydık. Keita merdivenleri inerek nehrin tam kıyısına oturdu. Bende onun hemen arkasında duruyordum. “Sana bir şey söylemek istiyorum” dedi. “Ama bu bir sır”. Keita bu kadar konuşmasına rağmen, ben ise hala ona cevap veremiyordum. Birisi konuşmamam için boğazımı tutuyordu sanki. Nefes alabiliyordum, ama konuşmaya başladığımda, o görünmez el tekrar boğazıma yapışıyordu. Keita “Anne ve Babam” dedi üzgün bir ses tonuyla. “Onlara ne olduğunu sana anlatmak istiyorum”. Gözlerim irice açıldı. Keita’nın, şu an akrabalarının yanında yaşadığını biliyordum. Ama onlara ne olduğunu hiç sormamıştım. Keita onlar konusunda çok hassastı. Hiç kimseye onlar konusunda bir şey söylemiyordu. “Onlar benim için dünyadaki en değerli insanlardı” diye başladı söze. Sesi gittikçe ağlamaklı bir tonda geliyordu. “Bir gün, beni de alarak bir tatil yapmak istediler. Tatil yerine çok yaklaştığımız bir sırada bir kaza oldu…” Bu sözünden sonra gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. “Çok küçük olduğum için net hatırlamıyorum, ama polisin söylediğine göre, kontrolden çıkan bir kamyon bize çarpmış. Arabamız yolun aşağısına yuvarlanmış. Annem ve Babam kaza anında…” Artık sözünün devamını getiremiyordu. Arkasından yavaşça yaklaşıp ona sarıldım. Sessizce teselli etmeye çalıştım onu… Bana ıslak gözlerle bakarak “Yui, sen sakın ölme, tamam mı?” dedi. “Sende annem ve babam gibi beni bırakıp gitme sakın”. Sadece kafamı sallamakla yetindim bu söz karşısında…
Bu olay Keita ve beni daha da yakınlaştırmıştı. Artık onu daha iyi anlayabiliyordum. Aramızdaki duvarlar bir bir yıkılmıştı adeta. Ve ona karşı beslediğim arkadaşça sevgi, sıcak bir aşka dönüşüyordu yavaş yavaş. Ve geçen her gün, bu aşk biraz daha büyüyordu. Ama o ne düşünüyordu benim hakkımda. Bu soruyu kendime sorunca, içimi bir korku kaplıyordu. Bu nedenle Keita’ya olan hislerimi kendi içimde saklıyordum. Ortaokula kadar da bu böyle olmuştu. Ve bir gün, Keita benimle konuşmadan ortadan kaybolmuştu. Annem, Keita’ın annesinin akrabaları tarafından İngiltere’ye götürüldüğünü söyledi. Keita’nın bana, annesinin İngiliz olduğunu söylediğini hatırlıyordum. Kalbimde bir acı belirdi. Neden gideceğini bana söylememişti ki…
Yıllar sonra Liseye başladığımda, kalbimde Keita’ya karşı sadece öfke vardı. Beni öylece bıraktığı için, ona karşı oluşan nefret… Lisenin ikinci yılında sınıfımıza yeni bir öğrenci transfer olmuştu. Sınıfa girdiği ilk andan beri gözleri benim üzerimde olan bir öğrenci. Yeni öğrenci, Keita’dan başkası değildi. Yıllar önce beni bırakıp giden Keita… Dersler boyunca benimle birçok kez konuşmaya çalışsa da, her seferinde onu dinlemekten kaçınmıştım. Onu sürekli rencide edecek sözlerle benden uzak tutmaya çalışıyordum. Okul bittiğinde, sabrı taşmış olmalı ki benim kolumu sıkıca kavradı. “Yui, sakin olup beni dinler misin?” dedi soğukkanlı bir şekilde. Bu sözü o kadar doğal ve sakin söylemişti ki, öfkeden kendimi kaybettim. Bir gün aniden yok olduktan sonra, yıllar sonra karşıma çıkıyordu ve ilk söylediği söz bumuydu? Ona sert bir tokat çaktım ve olabildiğince hızla koşmaya başladım. Nereye koştuğumu bilmiyordum, ama koşmalıydım. Koşmalı ve Keita’dan uzaklaşmalıydım. Onun hemen arkamdaki ayak seslerini duyabiliyordum. Son duyduğum şey ise, bir fren sesi oldu. Vücudum bir anda acımaya başlamıştı. Bedenimin savrulup, sert zemine çarptığını hissedebiliyordum. Vücuduma bir şey saplanmış gibiydi. Sonra bir sıcaklık, bütün vücudumu kaplamaya başlamıştı. Son anlarımda ise Keita’nın yakarışlarını duyuyordum. “Yui! Dayan. Lütfen Yui. Bir söz vermiştin. Unutun mu? Ölmeyecektin Yui!!”..
Gözlerimi tekrar açtığımda ise bir hastane odasındaydım. Uzun bir uykudan uyanmış gibiydim. Annem ve Babam beni gördüğünde gözyaşlarına boğulmuştu. Benimse tek düşündüğüm Keita’ydı. Gözlerim, odada onu aradı. Ama yoktu. Başımı eğdim. Ne bekliyordum ki? Beni yıllar önce terk edip giden o olmuştu. Ve şimdide aynısı oldu diye düşünüyordum. Odamın kapısı tekrar açıldığında, içeriye sarı saçlı ve mavi gözlü bir kadın girdi. Japon değildi. Bana sevgi dolu gözlerle baktı. Annem gülümseyen bir şekilde kadını göstererek “Bu, Bayan Sarah” dedi. “Hastaneye kaldırıldığında durumun çok kötüydü. Bir metal parçası kalbini delip geçmişti. Doktorlar kurtulma ümidinin olmadığını, tek çarenin kalp nakli olduğunu söylüyordu. Uygun kalbin bulunmasının da çok uzun bir süre alacağını söylüyordular. Tüm ümitler tükenmişti ki, hastane’ye senin yaşlarında bir çocuk daha getirildi.” Annem ve Babam bundan sonra başını eğmişti. “Çocuk intihar etmişti. Doktorlarda çocuğun kalbini sana naklettiler”. Bunu duyduğumda irkildim. Hemen elimi kalbime götürmüştüm. Ama kalp atışlarım tanıdık geliyordu. Çok sıcak ve sevgi dolu… Bu kalp bir yabancıya ait olabilir miydi? O sırada kadın çantasından bir fotoğraf çıkarttı ve bana uzattı. “Keita buraya senin için gelmişti. Senin kaza geçirdiğini görünce kendisini kaybetmiş. Annesi ve Babasını kaybettiği kazayı hatırlamış sanırım. Seninle beraber hastaneye geldikten sonra…” Sözünün devamını getirememişti. “Lütfen onun kalbine iyi bak…” dedi zorlukla. Fotoğraf, Keita ve benim yan yana durduğumuz ortaokulun ilk yılında çekilmiş bir fotoğraftı. Kadın gözyaşlarına boğulup odadan çıktı. Bense tek kelime bile edemedim. Sadece elimle kalbimin sesini dinleyerek gözyaşlarımın akmasına izin vermiştim…