Yazardan Okuyucuya; Arkadaşlar, biraz uzun bir hikâye olduğunu biliyorum. Ama en kısa bu kadar yazabilirim. Bir de, sizden gerçekten okumanızı rica ediyorum. Oy vermeseniz bile, okuyup nereleri beğenmediğinizi belirtmeniz benim için çok önemli. Son olarak, hikâyeyi böyle bitirmemin nedeni, çok bölümlü bir hikâye olarak planlamam. Yani beğenirseniz devamı gelecek…
Not; Renkli yazıyla yazılmış kısımlarda, ana karakter okuyucuya seslenmektedir…
1.Bölüm;
Kiraz çiçeği ağaçlarından dökülen pembe yaprakların kapladığı yolda bir öğrenci, tüm hızıyla koşuyordu. Ağzındaki kızarmış ekmeği ve dağınık turuncu saçlarıyla okula yetişmeye çalışıyordu. Okulun kapısından hızla geçti ve ağzındaki son parça ekmeği de yutup, elinin tersi ile dudağının kenarındaki kırıntıları sildi. Okul binasına girdikten sonra merdivenleri ikişer ikişer atlayarak ikinci kata çıktı. Sonra bir sınıfın kapısının önünde durdu ve kapıyı hızlıca açtı. Öğretmen çocuğa sert bir bakış atarak “Yerine geç Takehama!” dedi.
“Merhaba! Ben Takehama Kio. Doğu Fuwaka Lisesi, 2-3 sınıfı öğrencisi. Turuncu saçlı, açık yeşil renginde gözlere sahip, ortalama boylarda sıradan bir Lise öğrencisi… Tamam! Son kısım yalandı. Pekte sıradan biri sayılmam aslında…”
Takehama sessizce yerine oturdu ve çantasından kitabını çıkartarak sırasının önüne koydu. Sıkıcı geçen dersin son dakikalarına gelindiğinde, öğretmen masasının üzerinde duran kâğıtları alarak öğrencilerin sıralarının üzerine koymaya başladı. Bunlar, geçen hafta olan İngilizce sınavının sonuçlarıydı. Öğretmen sınav kâğıtlarını sıraların üzerine koyarken, biryandan da sonucu okuyordu. Sawada;75, Ayoshi;67, Kurono;70, sıra Kio’ya geldiğinde öğretmen gözlüğünü hafifçe indirerek ona baktı. Kio ise çok rahattı. Başını sıranın arkasına yaslayarak “Sensei, benimkini söylemenize gerek yok” dedi. “Nasıl olsa herkes kaç olduğunu biliyor”. Öğretmen bu söze bozulduğunu belli eden bir şekilde Kio’nun sınav kâğıdını sıranın üzerine koydu, “Takehama;100” derken memnuniyetsiz bir tavırla. Sınıftaki herkes Kio’ya baktı. Okulda şu ana kadar olduğu tüm sınavlarda aynı notu almıştı Kio. Ayrıca arkadaşları onu hiç ders çalışırken görmemişti. Bu nedenle sınavlarda nasıl bu kadar yüksek not aldığını herkes merak ediyordu. Öğretmenleri ona, daha iyi bir Liseye gitmesini önermişlerdi. Ama Kio, bu önerileri hiçe saymıştı. Okulda ona Dahi denilmeye başlanmıştı artık. Öğrencilerin bakışları hala Kio’nun üzerindeyken, Kio hemen yanındaki Kanea Daichi’ye baktı. Altın sarısı saçları ve mavi gözleriyle, okulun en yakışıklı çocuğu olan Daichi, Kio’nun en yakın hatta tek dostuydu. “Sen kaç aldın?” diye sordu ona doğru eğilerek. Daichi kâğıdını Kio’ya gösterdi. “55” dedi sırıtarak. Kio gülmemek için ağzını kapattı. Daichi onun kulağına eğilerek “Sendeki yetenek bende olsaydı, emin ol bende her sınavdan 100 alırdım” diye fısıldadı sinirli bir şekilde…
Son ders saatine gelindiğinde sınıftaki herkes yorgundu. Dersin ne zaman biteceğinden başka bir şey düşünmüyordular. Daichi ve Kio boş gözlerle tahtada bir şeyler yazan öğretmene bakıyordu. Aynı anda ikisi de cep telefonlarının titrediğini hissettiler. Kio öğretmene görünmeyecek bir şekilde telefonunu cebinden çıkarttı ve baktı. Bir mesaj gelmişti. Kio mesajı açtı. Mesajda “Yer; Fuwaka bölgesi, Kondou Caddesi. Görev; 20 kişilik Kuro takımı. Görevli Birlik; Fuwaka Doğu Timi. Başarılar, Crow…” yazıyordu. Daichi ve Kio, birbirilerine baktılar. İkisi de aynı mesajı almıştı. Kio arkadaşına bakarak “Anlaşılan bu akşam da eve erken dönemeyeceğiz” dedi. Daichi ise bunu başıyla onaylamakla yetindi. Kio önüne dönerek “Kız kardeşim bu sefer beni kesin öldürecek” diye mırıldandı…
“Size Normal bir öğrenci olmadığımı söylemiştim. İşin gerçeği, bazı psişik güçlere sahibim. İnsanların düşüncelerini okumak gibi mesela. Ve bu güçler sadece bende değil, Daichi’de de var. Onun yeteneği ateşi kontrol etmek. Bu yetenekleri nasıl kazandığımıza gelirsek, inanın onu bende bilmiyorum. Sanırım ortaokula giderken başladı bu yeteneği kullanmam. Daichi’nin durumu da aynı. Onunda yeteneklerini nasıl kazandığı hakkında en ufak bir fikri yok. Ah! Ama bilen birini tanıyorum. Crow denen şu adam. Bize durmadan telefondan emirler yağdırarak bizi yöneten, bütün psişikleri bir araya toplayan adam. Japonyadaki bütün psişikleri bulabilen bir adam. Bizi bir araya getirdi ve birliklere ayırdı. Böylelikle, Psişikleri yani bizleri avlayan gizli hükümet askerlerine karşı savaşımız başladı. Ve bizde bu savaşın içinde yerimizi aldık. Hayatta kalmak için, Kuro adını taktığımız, hükümetin kurduğu özel birliklere karşı savaşıyoruz. Ve bu savaştan Normal insanlar habersiz. Biz neredeyse her gece sokaklarda katliam yaparken, onlar günlük yaşantısını devam ettiriyor. Tabii şimdilik, çünkü gelecekte işler çok değişecek. Güvenin bana… Bu arada bir de şu Crow konusu var tabii. İnanın bana o adamı bir elime geçirsem, bizi bu saçma işe bulaştırdığı için yapmadığım işkence kalmayacak ona. Ama bunlar şu an için önemli değil tabii. Neyse, siz konudan fazla sapmadan ana hikâyeye dönün…”
Saat; 20.05, Yer; Fuwaka Bölgesi, Kondou Caddesi…
Kio ve Daichi kimsenin kullanmadığı eski ve dar yollardan geçerek sonunda Kondou Caddesine varabilmişti. Buraya girmeleri, etrafı güvenlik şeridiyle kapayıp, caddenin olduğu bölgeye girişi yasaklayan polis ekipleri nedeniyle oldukça zor olmuştu. Bölge tamamiyle boşaltılmıştı, polisler bu bölgede bir gaz sızıntısı olduğunu söylüyordu. Ama bu halka gösterilen nedendi. Asıl neden, psişik güçler kullanan bazı insanların bu bölgede olmasının bilinmesiydi. Kio ve Daichi, bu nedenle gizlice girmişlerdi. Caddede biraz yürüdüler. Hava karanlıktı ve caddedeki hiçbir sokak lambası yanmıyordu. Daichi, avucunun içinde küçük bir alev oluşturdu. Kio ise etrafa bakıyordu. İkisi de biraz ilerledikten sonra, birileri tarafından gölgelerin içine çekildiklerini hissettiler. Kio karşısındaki kızın suratına baktı. “Gerçekten geri zekâlısın Takehama” dedi kız. “Etrafta bizi öldürmek için dolaşan Yirmi kişilik bir birlik var ve sen elini kolunu sallayarak ortalıkta geziyorsun. Salaklığın sınır tanımıyor”…
“Bu kız, Kaede Ayame, bizim gibi bir Psişik. Kızıl saçlı, kahverengi gözlü, ideal vücut hatlarına sahip, maalesef aynı yaşta olmamıza rağmen benden biraz daha uzun boylu, kaba, görgüsüz biri. Kendini bizim liderimiz sanan bir deli, vesaire vesaire… Onu anlatmaya devam etmeye gerek yok, tamamiyle zaman kaybı hatta. Bu nedenle hemen hikâyeye geri dönüyoruz.”
Kio, Daichi’ye dönerek “Daichi, sanırım öldük ve cehenneme gittik” dedi. “Karşımda bir şeytan görüyorum”. Son cümleyi söylerken, gözlerini Ayame’ye çevirmişti. Ayame sinirlendiğini belli etmeden diğerlerine baktı. “Evet, gördüğünüz gibi, bu akşam sadece beş kişiyiz” dedi. “Ve karşımızda yirmi kişilik bir birlik var. Şimdi herkes Ayame’nin etrafında toplanmıştı. “Planımız basit. Daichi ve Taro, ateş kullanıcıları olarak saldırıyı gerçekleştirecekler. Ben rüzgâr kullanıcısı olarak bu işe yaramaz Takehama’yı koruyacağım. Ve Yukio gerektiği zaman su kullanıcısı olarak saldırı timine destek olacak. Takehama, sende o işe yaramaz gücünle, çarpışma sırasında düşmanın zihnini oku ve planlarını telepati yolu ile bize ilet”. Takehama isteksizce “Tamam” dedi. “Senin gibi bir şeytan tarafından korunmak kendimi hiç güvende hissettirmiyor ama yapacak bir şey yok…”. Sonra diğerlerine döndü. “Planınızı yaptıysanız başlayalım artık, sıkılmaya başladım burada”. Herkes başını salladı…
Yaklaşık on dakika sonra…
“Beceriksiz Takehama! Hala zihinlerini okuyamadın mı adamların” diye bağırdı Ayame. Bu sırada, oluşturduğu rüzgâr duvarı ile düşmanlarının silahlarından çıkan mermileri durdurmaya çalışıyordu, Yukio da ona destek oluyordu. Bu sırada yakınlardan büyük bir patlama sesi yükseldi. Sonrasında ise, Kio, kendisine doğru koşan Daichi’yi gördü. Onunda peşinde askerler vardı. “Lanet olsun” diye bağırdı Daichi. “Adamların alev geçirmez elbiseleri var. Bi türlü durduramadık onları. Taro’yu yakaladılar. Çabuk ol Kio, şu adamların zayıf bir yanını bulmamız lazım!”. Geçen her saniye, Kio’nun üzerindeki baskıda artıyordu. Bir anda beyninde bir titreşim hissetti. Gözünü bir anlığına kapattı. Diğer herkes, aniden beyinlerinin içinde Kio’nun sesini duydular. “Yukio!” dedi. “Yuikio, suyu buza dönüştür”. Yukio şaşırdı. “Buz mu? Bunu hiç denemedim ki!” diye bağırdı. Kio, diğerlerinin zihnini içinde konuşmaya devam ediyordu. “Sorun yok sadece suyu hayal et, ama bu sefer her zamankinden farklı olarak, sıcaklığını biraz daha düşük hayal et ve onu yönlendir. Düşmanın kıyafetleri, ani ısı değişikliğine dayanıklı değil, işe yaramaz hale gelecekler, sonrasını Daichi ve Ayame halleder”. Yukio başka çaresi olmadığı için Kio’nun dediklerini yapmaya karar verdi…
On dakika sonra…
Dört kişi, polisleri kolaylıkla atlatmış ve halkın arasına karışmıştı. Bir kayıp vermişlerdi bu gün. Yani sayıları dörde inmişti. Uzun zamandır savaştıkları için bu normaldi. Bir yıldır savaşıyordular. Başlangıçta sayıları çok olsa da, zamanla bu kadar kalmışlardı. Kuro ekipleri tarafından tutuklananlara ne olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktu. Ama iyi şeyler olmadıkları kesindi. O nedenle, bu dörtlünün de tutuklanmaya hiç niyeti yoktu. Dörtlü caddede yan yana ilerlerken aynı anda telefonları çaldı. Hepside mesajın kimden geldiğini biliyordu. Telefonlarını açarak gelen mesajı okudular. Kio hariç hiçbirisinin yüzündeki umutsuzluk ve yorgunluk ifadesi gitmedi. Kio’nun gözleri irice açılmıştı. Gelen mesaja bakakaldı bir süre…
“Takehama Kun, 50. savaşından da canlı çıktığın için seni kutlarım. Güzel bir zaferdi. Bu arada, kız kardeşin çay yapmakta gerçekten çok başarılı. Ayrıca çok terbiyeli ve sevimli bir kız. Senin arkadaşın olduğumu söylediğimde beni hemen eve davet etti. Bize katılmak ister misin? Eğer istersen çabuk ol ve kimseyle konuşmadan eve gel, Crow…”